“Aslında kimse onu yaşarken, hayatının en mutlu ânını yaşadığını bilmez.”
Kendisi hakkında, neden var olduğunu bilmediğim ön yargımı kırıp Orhan Pamuk okumaya, oldukça geç başladım. İsminden etkilenerek Yeni Hayat‘la başladığım Orhan Pamuk okumalarıma, yine ismi oldukça hoşuma giden Masumiyet Müzesi ile devam ettim.
Masumiyet Müzesi, yazarın bir yandan en popüler diğer yandan en çok eleştirilen kitaplarından biri. Sahip olduğum Orhan Pamuk külliyatı şu anda sadece iki kitaptan oluştuğu için; yazacağım yazının kıyaslamalı bir yazı değil, sadece Masumiyet Müzesi kitabı hakkında mütevazı bir yorum yazısı olacağını belirtmek isterim.
Masumiyet Müzesi, yazarın son sözü de dahil olmak üzere 561 sayfadan oluşan, uzun bir kitap; ancak yazarın sade dili, kitabı oldukça akıcı ve kolay okunur kılıyor. İçten anlatımı, anlaşılır cümle yapısı ve duru denebilecek Türkçesi sayesinde, okuyucu kitabın ve hikâyenin içine rahatlıkla girebiliyor, bir müzeyi gezer gibi kitabın sayfaları içerisinde zorlanmadan gezebiliyor. Nobel Edebiyat ödüllü bir yazar olan Orhan Pamuk’u eleştirmek tabii ki kolay bir şey değil; ancak yazarın dili kullanımından bahsetmişken, kitap boyunca, biri daha ikinci cümlede olmak üzere, yer yer karşılaştığım anlatım bozukluklarının beni biraz rahatsız ettiğini de not olarak belirtmeliyim.
Kitap; bir dönem öyküsü mü, bir aşk hikâyesi mi, bir saplantı trajedisi mi, zamanla biriktirilmiş eşyalardan bir müze oluşturma çalışması mı, hâlâ emin değilim. Orhan Pamuk, kitabın son sözünde “Romandaki ilk hedefim müze değil, aşk dediğimiz karmaşık, psikolojik, kültürel, antropolojik şeyi soğukkanlılıkla anlatmaktı” diye iletiyor kitabın yazılış amacını. Evet, temeli bir aşk hikâyesi ve acısı olsa da aslında Masumiyet Müzesi‘nde aşktan, en azından bizim bildiğimiz aşktan, daha fazlası var: tüm ayrıntılarıyla 1970’lerin burjuva İstanbul’u, ‘dengi’ olabilecek bir kadınla (Sibel) evlenmek üzereyken fakir bir uzak akrabasına (Füsun) aşık olup, nişanlısından ayrılan ve tüm bir ömrünü Füsun‘un peşinde geçiren, onun eşyalarını ve onu hatırlatan tüm her şeyi saplantılı bir şekilde biriktiren ve sonra bu eşyalardan oluşan bir müze açmayı isteyen Kemal.
Masumiyet Müzesi‘nde, zengin bir İstanbullu ailenin ikinci erkek çocuğu olan Kemal, yine zengin bir ailenin eğitimli ve güzel kızı olan Sibel‘le evlilik hazırlıkları aşamasındadır. Her şey yolunda giderken ve Hilton’da yapılacak nişan hazırlıkları tamamlanmak üzereyken, Kemal Nişantaşı’nda bir butikte gördüğü uzak ve fakir akrabalarının nefes kesici güzellikteki kızı Füsun‘a aşık olur ve bir süre ikili götürdüğü hayatını, Sibel‘den ayrılıp Füsun‘u elde etmeye çalışarak devam ettirir. Bu şekilde anlatıldığında, “yazar bu kadar basit bir hikâyeyi nasıl 500 sayfa yazmış?” denebilir; ancak yukarıda da belirttiğim gibi Masumiyet Müzesi yalın bir aşk hikâyesi değil. Markaları, üst gelir ailelerinin yaşam tarzı, Teşvikiye, Adalar, Suadiye, Beyoğlu tasvirleriyle, lüks lokantaları ve ev partileriyle, dönemin burjuva İstanbul’u; ‘sonuna kadar gitmek’ deyimi üzerinden toplumsal cinsiyet; sevişme, aşk, sevgi, aile kurmak gibi konular üzerinden kadın-erkek ilişkileri; çok sevdiği kadına kavuşamayan bir erkek üzerinden, önce araba renklerinden fal tutarak, denizde sırt üstü yüzerek ya da unuttuğunu zannederek ‘kaba oyalanmalar’la geçiştirilmeye çalışılan normal ve masum sayılabilecek, ancak daha sonra İstanbul’un fakir semtlerini karış karış gezip, sevgilisinden kalan eşyalarla uyumaya, onları sevmeye, hatta sevdiği ancak artık evli olan o kadını bulduktan sonra onun evine tam sekiz yıl boyunca hemen her gün bir aile dostu olarak gitmek noktasına ulaşan saplantılı bir aşk ve aşk acısı hikâyesi; sevdiği kadının eşyalarını gerek gizli gizli gerek de alenen biriktirmeye başlayarak, yaşadığı aşkın büyüklüğünü bu eşyalar üzerinden anlatmak isteyen bir adamın müzesinin hikâyesi var bu kitapta.
Yeşilçam filmi havasında olan ve asıl konusu 1975-1984 arasında geçen bu hikâyeyi okurken, kitabın içine kolaylıkla girebildiğim için, bir yerden sonra karakterlerle konuşmaya, onlara kızmaya, sinirlenmeye, üzülmeye başladım. O kadar ki, Kemal‘le gizli gizli sevişen Füsun‘un, Kemal‘le Sibel‘in nişan törenine gitmeye karar verdiğini okuduğumda “Yapma Füsun, gitme, görme, bunca acıya gerek yok” dedim. Bir yandan Sibel‘le mantıklı ve ‘onaylı’ bir evlilik yapma peşindeyken bir yandan da Füsun‘la, onu hiçe sayarak bencilce sevişmeye devam etme hayalleri kuran Kemal‘in karşısına dikilip ne kadar münasebetsiz bir insan olduğunu haykırmak istedim. Füsun‘la ilişkisini öğrendikten sonra Kemal‘i kazanmaya çalışan, ona Füsun‘u unutturmak için elinden geleni yapan Sibel‘in sevgisi karşısında önce saygı duydum; ancak daha sonra Kemal‘le ‘sonuna kadar gittiği’ ve ne kadar Avrupaî olursa olsun toplumda bunun hoş karşılanmayacağını bildiğinden kendini Kemal‘e mecbur hissettiğini anladım ve üzüldüm. Mutlu aile tablosu çizeceği bir evlilik yapmaktansa, herkes tarafından dışlanmak pahasına, sevdiği diğer kadının peşinden giden Kemal‘i hem takdir ettim hem de onun umutsuzluğuna acıdım; ancak kendimi adamaya çok müsait biri olduğumdan olsa gerek, Kemal‘in Füsun için, onu geri kazanabilmek için, içindekileri ona aktarmak için yeterince çaba harcamadığını ve sekiz yıl boyunca çok pasif kaldığını düşündüm. Ve roman boyunca en çok Füsun‘u merak ettim. Hayatta istediği hiçbir şeyi – güzellik yarışmasını kazanmak, üniversiteye gitmek, ehliyet almak, film yıldızı olmak – elde edememiş bu güzel kadının Kemal‘i gerçekten sevip sevmediğini, Kemal‘in kendisine olan büyük ve takıntılı sevgisinin farkında olup olmadığını, farkındaysa biri tarafından bu derece büyük sevilmenin nasıl bir his olduğunu yaşayıp yaşayamadığını, nelere kırıldığını, neleri arzuladığını merak ettim.
Kitabı okumayanlar için hikâyenin sonuyla ilgili bir şey söylemeyeceğim; ancak “Mutluluk, insanın sevdiği kişiye yakın olmasıdır yalnızca” diye düşünen Kemal‘in, “Kemal Abi tanıştırayım, kocam Feridun” gibi öldürücü bir cümle üzerine bile sekiz yıl bıkmadan Füsunların evine gittiği, Füsun‘un her bakışına, her hareketine bir anlam yüklediği, takıntısını yıllarca tekrar eden ve okuyucuya hayal gibi gelen, hatta bazen “Eeh yeter artık, gitme şu eve ya da gideceksen bir aksiyon al” dedirtecek kadar saplantılı ve sabırlı Kemal‘e en azından saygı duyulması gerektiğini düşünüyorum. Bitmeyen gel gitlerle dolu aşk ve aşağılanma acısı boyunca Füsun‘un her şeyi; bakışı, bakmayışı, konuşması, susuşu, televizyonun önünden geçişi, ona yemek ikram edişi, kapıyı açışı, küpesi, elbisesi, kolyesi, en çok da içtiği sigara izmaritleri (toplam 4213 izmarit) normal dışı bir anlam ve önem ifade ediyor Kemal için. ‘Midesinde öğle yemeği, ensesinde güneş, aklında aşk, ruhunda telaş ve kalbinde de bir sızı’ eşliğinde Çukurcuma’da şimdi müze olan Füsunların evine gittiği bu dönem boyunca Kemal aşk ve zaman kavramları hakkında biz okuyucudan farklı düşünceler geliştirir. Ona göre aşk “Füsun karayolları, kaldırımlar, evler, bahçeler ve odalarda gezinirken ve çay bahçelerinde, lokantalarda ve akşam yemeği sofrasında otururken, ona bakan Kemal’in duyduğu bağlılık duygusuna verilen addır” mesela. Füsunların evine, okuyucuya belki de anlamsız gelecek kadar uzun senelerce giden Kemal’in yaşadığı his ‘zamanın durduğu, her şeyin sonsuza kadar aynı kalacağı duygusuydu. Bu duygunun hemen yanında korunma, süreklilik ve evde olma hazzı vardı.’
Her şeye rağmen mutlu bir hayat yaşadığını herkes bilsin isteyen “Bir kadını saçlarını, mendillerini, tokalarını, bütün eşyalarını saklayacak, onlarla yıllarca teselli arayacak kadar çok sevdim” diyen Kemal’in hüzünlü hikâyesini okuyup müzesini gezdikten sonra aşk, çok sevmek, beklemek, acı çekmek, baş etmeye çalışmak, mutluluk, saplantı, kavuşmak, kavuşamamak ya da vazgeçmek üzerine bildiğimiz ve inandığımız şeylere farklı bir gözle bakmamız gerektiğini düşüyor ve kitapta yer alan tasvirleri, hemen her sayfada karşımıza çıkan enfes ayrıntıları, daha bir anlamlı hale getirmek için, ‘aşkın büyük bir dikkat, büyük bir şefkat olduğunu’ anlamak için, Kemal‘in Füsun‘a olan aşkına saygı duymak için Çukurcuma’daki Masumiyet Müzesini de gezmenizi öneriyorum.
About Burcu Arslan
Uzun uzun anlatmaya gerek yok sanırım. "Dünya bir düştür."