Hasan Ali Toptaş’tan Heba
“Gelecek, geçmişin bok yemesinden başka bir şey değildir zaten biliyorsunuz; ne yaparsak yapalım, bir mucize olmadığı sürece bu gerçeği asla değiştiremeyiz” (Hasan Ali Toptaş, Heba, 2013, s.48)
Heba… Heba kelimesi sözlükte, “hiçbir işe yaramadan yok olma, boşa gitme”[1] şeklinde geçer. Etimolojisine baktığımızda, Arapça (هباء) “toz, havada uçuşan toz zerresi” [2] anlamına geldiğini görürüz. Hasan Ali Toptaş da, Heba’sında boş yere yok edilen hayatları anlatır.
Hasan Ali Toptaş, 2013 yılında yayımlanan Heba adlı romanında farklı insanların hayatlarının nasıl heba olduğundan bahseder. Gölgesizler, Uykuların Doğusu, Bin Hüzünlü Haz gibi önceki kitaplarından dil ve kurgu açısından ayrışıyor Heba. Dilin kullanımı önceki romanlarındaki gibi ilk göze çarpan nokta olmasa da sadık bir okur –yazarın kim olduğunu bilmese bile- Heba’nın “bir Hasan Ali Toptaş romanı” olduğunu tereddütsüz anlayacaktır. Benzer bir farklılık kurguda da karşımıza çıkmaktadır. Önceki romanlarından, okuru içine çekme ve anlatımın açıklığı açısından ayrışmaktadır. Nerede başladığı, nasıl ilerlediği ve nerede noktalandığı bellidir. Ama bu, anlatılan hikâyenin satır aralarındaki göndermelerin, güçlü psikolojik çözümlerin, rüyaların, bilinç- bilinç dışı gibi soyut yapıların ve ölüm, evlilik, çocukluk gibi daha görünür süreçlerin ilk okumada tamamen anlaşılabileceği anlamına gelmemelidir.
*Yazımın bu paragrafından itibaren romana ilişkin çeşitli detaylar vereceğim için, önbilgi almayı sevmeyenlerin okumasını tavsiye etmem.
Roman en özet haliyle şehirden kaçan Ziya’nın, askerlik arkadaşı Kenan’ın yaşadığı Yazıköy’e yerleşmesi, sonrasında gelişen olaylar ve geri dönüşlerle aslında tüm hayatını anlatmaktadır. Heba; Anahtar, Rüya, Huzur, Yazıköy, Sınır, Minnet, Fena adlı toplam yedi alt bölümden oluşmaktadır. Anahtar isimli ilk bölümde, Ziya’nın şehirdeki evini boşaltıp, anahtarını ev sahibi Binnaz Hanım’a teslim edişini okuruz. Bu kısım Ziya ile tanıştığımız ama Ziya’dan çok Binnaz Hanım hakkında bilgi sahibi olduğumuz bir bölümdür. Okurken gerçek ile hayal arasında gidip gelen okur sonraki bölümde, anlatılanların Ziya’nın rüyası olduğunu öğrenir. Roman içinde ya da filmlerde iyi verilmeyen rüyalar bana hep zaman kaybı gibi gelir. Okuduğum tüm satırlar ya da izlediğim sahneler, eserin tamamına bir katkı sağlamayıp sadece “kalabalık yapma” izlemi verirse de kendimi kandırılmış hissederim. Elbette ki, Hasan Ali Toptaş romanlarında bu hissi yaşamanız imkânsız. Okuduğunuz hikâyenin bir rüya olması, o hikâyenin gerçekliğini elinden almayıp bilakis, metnin temellerini daha da sağlamlaştırmaktadır.
Rüya adlı ikinci bölümde Ziya’nın Yazıköy’e gelişini görürüz. Bu bölüm aynı zamanda Ziya’nın çocukluğu, genel olarak çocukluğun masumluk ile acımasızlık arasında gidip gelen yapısı, çocukluğunun geçtiği kasaba, anne-babası ve hayatının farklı noktalarında karşımıza çıkan “kuş” imgesiyle karşılaştığımız kısımdır. Bir sonraki bölüm Huzur’dur. Burada Ziya ve Kenan’ın yıllar sonra bir araya gelişi ve aradan geçen yıllarda yaşadıklarını okuruz. Ziya’nın eşini ve daha doğmamış oğlunu kaybettiği patlamanın hikâyesini dinleriz Ziya’dan. Hayatın aslında küçücük anlarda verilen önemsiz gibi görünen gündelik kararla nasıl değişebileceğini hatırlarız tekrar. Ve bu değişimin bir insanın hayatını nasıl bir anda alt üst edebileceğine tanık oluruz. Hayatı alt üst olmuş bir insanınsa huzuru ararken nasıl savrulduğunu görürüz satırlarda: “Sabun köpüğü gibi kabarıp sönen o kahkahaların, ortalığı zangır zangır titreten şarkıların, tütsülerin, loş ışıkların ve birbirine ancak bedenen yakın olabilen o her şeye boş vermiş insanların arasında acımı ziyan ettiğimi düşündüm” (s.14). Ziya’nın öyküsünden sonra Kenan’ın da askerlik sonrasında neler yaşadığını öğreniriz. Köyde olmasına rağmen onun da hayatı yolunda gitmemiştir. Çok severek evlendiği karısı onu çocuk sahibi olmadıkları için boşamış ve tüm köye, “zürriyetsiz” ilan ederek gitmiştir. Bu olay sonrasında Kenan bir daha evlenememiş ve kendi hayatını kurup devam ettirme şansını yitirmiştir. Hayatın zorlu sınavlarından geçen bu arkadaşlar artık o “eski” Ziya ve Kenan değildirler.
Sonraki bölümde Yazıköy halkıyla tanışırız. Kenan’ın annesi, kız kardeşi Nefise, -Ziya’nın ölmemiş olsaydı oğlu ile aynı yaşta olacak olan-, yeğeni Besim, dayısı ve köy halkından Hulki Dede ile Körükçü Kazım özellikle anılması gereken isimler olarak karşımıza çıkarlar. Hulki Dede, metnin içinde az karşılaştığımız bir karakter olsa da derinliği ve ettiği bilge laflar ( “günü geldiğinde söylemedi deme, sen şehir insanısın, bu sebeple dişlerin zamanla körelir burada. Çünkü, insanoğlu dişlerini kendi benzerinde biler.”s.170 ya da “Değil mi, her inancın köşesinde bir miktar şüphe olmalı ki inanç kendi içinde manevra yapıp varlığını tamamlayabilsin.” . s.339 ve “Çünkü insan, içindeki canavarı öldürürse çöle dönüşür.” S.340 ) nedeniyle üzerinde durulması gereken önemli biridir. Kenan’ın ifadeleriyle söyleyecek olursak “köyün en tuhaf adamıdır; kimi zaman gölge gibi gezinip duran, kimi zaman da melül melül dünyayı seyredip bakış zikri denen şeyi eda eden” biridir. Bu yönleriyle Hulki Dede romanın mistik kıvamına katkıda bulunur.
Sonraki bölüm, romanın diğer bölümlere oranla en ağırlıklı yeridir; Sınır. Burada, Ziya ve Kenan’ın askerde arkadaşlıklarının nasıl başladığına ve neleri göğüslediğine tanık oluruz. Heba, askerlik üzerine bir roman olmasa da, askerliğin anıldığı sayılı romanlarımızdandır diyebiliriz. Ziya ve Kenan’ın 1970’lerde Suriye sınırında geçen askerliğine tanık olmak, benim gibi askerlikten cinsiyeti sayesinde doğuştan muaf olan ve vicdanen içi elvermeyen biri için yürek dağlayıcı oldu. Anlatılanların biyografik ya da otobiyografik bir yanı olmasa da (Hasan Ali Toptaş bir röportajında, “Zaten, yazar “otobiyografik bir roman” demediği sürece hiçbir roman öyle değildir”[3] der) doğruluk payının olduğuna eminim. Bu bölüm benim, roman içinde okurken en çok zorlandığım, okumamak için gözlerimi kapattığım, öfkelendiğim, üzüldüğüm, utandığım bölüm oldu. Bölüme ilişkin şu alıntı ne demek istediğimi anlatmaya yardımcı olacaktır;
“Banyosu ve tuvaleti olamayan bu uyduruk binaları buraya diken ve bizi badem ağacına astığımız aynada traş olmaya mahkûm eden yarım akıllı heriflere de ben ne diyeyim bilmem ki? Müstahak mıyız bu sefaleti yaşamaya ha? Ayrıca, on üç aydır buradayım, bölükteki bütün karakollarda görev yaptım ve herkesle tanıştım ama bir tek zengin çocuğu görmedim ben, kitap çarpsın görmedim; gören bir Allah’ın kulu varsa, çıksın söylesin.” (s.247)
Kitabın son iki bölümü ise; köyde yaşanan olaylar üzerine gelişir. Bu bölümleri romanı okumayanlar için daha da fazla önbilgi vermemek adına yazmıyorum.
Kitabı okumayı bitirdiğimde heba olmak üzerine düşünmeye başladım yeniden. Uzun süredir aklımı kurcalayan “boşa gitme”yi Hasan Ali Toptaş gözünden okumak bana atladığım yerleri gösterdi. İnsan hayattayken, yaşadığı yılları bir şekilde onurlandırmakla mükellef bir canlıdır diye düşünürdüm hep. Çok övündüğümüz, kendimizi diğer canlılardan ayrı bir yerde konumlandırma cüretinin temeline koyduğumuz aklımızı kullanarak, amacımız; “insan onuruna yaraşır” bir ömür yaşamaktır gibi gelirdi. Ancak; bunun çoğu zaman böyle olmadığını idrak etmeye başladım. Bir şekilde birilerinin tüm hayatı, bir şekilde de her birimizin hayatının bir kısmı heba oluyor. Buna ister sınav diyin, ister tercih diyin, isterseniz kaderin oyunu isterseniz de ‘hayat beni neden yoruyorsun’ deyin fark etmez. Ulaşmayı amaçladığımız, ben anlam diyorum, siz yerine ne koymak isterseniz koyabilirsiniz; “O” anlama ulaşamadan ya yok oluruz ya da o anlam hayatın keşmekeşi yüzünden bir teferruat haline geliyor. Ya başkalarının cehennemiyle heba ediliyoruz ya da kendi cehennemimizde heba oluyoruz. Eskiden bu düşünce beni çok öfkelendirirdi, ama Heba’yı bitirdikten ve Ziya’yı tanıdıktan sonra önemli olanın akıldan ziyade vicdan olduğunu idrak ettim. Mantığımın almamasından öte, vicdanımın el vermesi gerektiğini. Eğer vicdanım el veriyorsa, varsın hayatım heba olsun, ne olur?
Heba’ya geri dönecek olursak; Hasan Ali Toptaş’ın her satırı hatta her kelimesi üzerine uzun uzun düşündüğünün, emek verdiğinin ve ruhundan kattığının aşikar olduğu bu romanını, içiniz dalgalıyken değil de sakin bir zamanınızda okuyun derim. Mutlaka okuyun ama hakkını vererek okuyun!
[1]http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts&arama=kelime&guid=TDK.GTS.5998192839bd18.25824602
[2] http://www.nisanyansozluk.com/?k=heba&x=0&y=0
[3] http://www.hurriyet.com.tr/hasan-ali-toptas-1970leri-ozluyorum-dusmanligin-bile-bir-zarafeti-vardi-40249534
About Merve Apaydin
sadece ne aradığını bulmaya çalışan, "ruhu pijamalı" kız çocuğu.