Ağustos ayının başında, Amin Maalouf’un son kitabı Uygarlıkların Batışı‘nı bitirmemin hemen akabinde Beyrut’taki patlama oldu. Maalouf’un tüm uyarıları çıkmıştı ve biz canlı canlı görüntülerini izliyorduk. Uzun bir süre yazmaktan korktum. Kâğıda dökülen her uyarı gerçek olacaktı sanki. Kehanetler vardı ve bu kehanetler o kadar elle tutulur, gözle görünür durumdaydı ki, üzerine kitaplar basılmıştı. O kadar ki, olaylar patlak verdiğinde artık kimse şaşırmaz olmuştu. Bu kanıksama durumu da insanların tepkisizliğiyle sonuçlanıyordu. Üstümüze bir ölü toprağı serpilmişti, sadece yaşadığımız ülke için değil, dünya genelinde omuzlarımıza bastıran eller oturduğumuz koltuktan kalkmamızı engelliyordu. Topyekûn bir karabasan görüyormuş gibi, tüm insanlık üzerine çöken ağırlıkla sadece izliyordu.
Ben de durdum, izledim, okudum, yerli yersiz bu kötülüklere değinmeden konuştum. Ama yazamadım. Yazarsam gerçek olacak diye korktum. Oysaki yazmak kendimi ifade etmeyi yeğlediğim yoldu. İzlerken, dinlerken, okurken bir an gelir ve yazmaya başlardım, dökülür giderdi. Hayatımda ilk defa dondum, yazamıyordum. İnsanların duruşuna şaşırıyordum, çevremdeki kötülüklere. Sevdiklerimi görüyordum, sarılmaya korkuyordum. Bunu bile yazsam sanki deprem olacak, rejimler çökecek, iç savaşlar patlak verecekti. Zaten bunlar hep vardı ama umut hep mi bu kadar kıttı?
Belki de tarihe gitmeli, bugüne kadar insanların başına neler gelmiş, böylesi gönül kırıklıklarıyla, hapsoldukları göstermelik dünyalarıyla, omuzlarındaki kara ağırlıkla nasıl başa çıkmışlar. Nasıl o dünyaya tekrar inanmayı başarmış, bebekler doğurmuşlardı. Belki de bilen biri bize el vermeliydi.
Sonra, üniversitenin kitap kulübünde Theodore Zeldin’in Hayatın Gizli Hazları kitabını okumaya başladık.
“28 yaşındayken ölüm cezasına çarptırılmış ve idam mangası infazı gerçekleşmeden yalnızca dakikalar önce cezası ertelenmiş biri olan Dostoyevski, yaşamının ne anlama geldiği sorusuna olağanüstü bir yoğunlukla konsantre olmuştu. Hayatının bağışlanmasının ardından “hayata karşı büyük bir coşku”, “her şeyimle içine dalma” arzusu duymaya başladı, hayatın “işler ne kadar ters giderse gitsin ümidi kesmemek” anlamına geldiğine inanmaya başlamıştı, “hayat budur, amacı budur”. (Zeldin, 2016, sayfa 322).
Hayatın Gizli Hazları, insana iyi gelen kitaplardan birisi olmaktan öte, insan hikâyeleri üzerinden hayata tutunmanın örneklerini de sunan bir hazine. Zeldin, otobiyografilere dayanarak kitapta, insanlar şu dünyada neler yaşamış, hangi zorlukları aşmış ve bu zorluklarla mücadele ederken nasıl düşünmüşü sunuyor. Bir yandan o insanların ağzından kendi öykülerini okumanın tatmini, diğer yandan günümüz dünyasında aradığımız anlamlara cevap bulma çabası yolunda birleşiyor bölümler. Tamı tamına 400 sayfada, dünyanın dört bir yanında yüzyıllar boyu insanların hırsları, hüzünleri, mutlulukları, hayata tutunma sırları, yaşamaktaki sebeplerini okuyorsunuz. Tüm bu duygular ve sebepler bizim hikâyemize nasıl yol gösterebiliri sorguluyorsunuz. “Scale of the Universe” görseline bakmak gibi. İnsandan evrene doğru odağı genişlettikçe aslında tarihin belli belirsiz bir noktasında ne kadar küçük bir parça olduğunuzu hatırlıyorsunuz. Odağı insandan alıp en küçük zerreciğe düşürünce de her bir insan hikâyesinin aslında ne kadar tek ve kıymetli olduğunu, umutsuz anlarda bu öykülerin yol gösterici olabileceğini fark ediyorsunuz.
Kitabın yeşil kapağında bir pencere içinde buluta yaslı ve aralıkları geniş bir merdiven var. Sanki farklı insanların hayatlarına, yine o insanların penceresinden bakıp, kendi yaşamlarında gökyüzündeki bulutlara ulaşmak için gittikleri uzun ve zorlu yol hikâyesinin resmi gibi. Bir yandan basit, diğer yandan derince anlamlı. Şu sıra aradığınız bir çıkış yolu varsa bu pencere belki kılavuz olur. Ya da Mevlana’nın dediği gibi aslolan yolsa, yürüme çabasına yoldaş…
About begokuadmin
Sınır tanımayan okurların buluşma noktası