Meltem Gürle, bizim yaş grubu için Boğaziçi Üniversitesi’nin en sevilen hocalarından biriydi. Hiç tanımıyordum ama hakkında sınıf ve oda arkadaşlarımdan, kantinde aynı masaya denk geldiğim tanıdıklardan vs. duyduğuma göre çok tatlı bir kadındı. Üstelik dersleri çok keyifli geçiyor, bu keyifli saatler GPA’e (1) bir “easy A” (2) olarak yansıyordu. Proficiency’den (3) A ile geçince Advanced English (4) alma ihtimalim zaten kalmamıştı [Olsun, Humanities’den (5) de çok güzel şeyler öğrendim] ama en azından Critical Reading (6) alabilsem iyiydi. Fakat ya consent alamadım, ya başka derslerle conflict’im çıktı; belki de yeterince çabalamadığım için Meltem Hoca’nın hiç dersini alamadım. Her kayıt döneminin sonunda “Tüh beee! Neyse bir dahaki dönem artık…” dedim kendi kendime.
Daha sonra BirGün‘de bir köşe yazdığını, arada bir hafta sonları gazeteyi elime aldığımda o köşeye de göz gezdirdiğimi hatırlıyorum ama o dönem Boğaziçi Üniversitesi’nin birçok hocası gazetelerde, televizyonlarda, siyasi partilerde sık sık karşımıza çıktığı için Meltem Gürle’nin aklımda özel bir yer ettiğini de söyleyemeyeceğim. Ta ki bir süredir kitaplığımda duran Kırmızı Kazak‘ı elime alana kadar…
2016’da Can Yayınları etiketi ve Utku Lomlu imzalı nefis bir kapak altında raflarla buluşan Kırmızı Kazak, Meltem Gürle’nin 2009’dan itibaren BirGün‘de yazdığı edebiyat yazılarından oluşan bir seçki. Dönemsel konulara değinen yazılardan ziyade biz medyacıların diliyle evergreen diye tabir edilen, Türkçeye “her dem taze” diye çevirsek bence çok isabetli olacak yazılar seçilmiş kitaba. Tarihlerinden bağımsız, temalarına göre gruplanmış yazılar.
Kitabın önsözünde ve yazar tanıtım metninde “edebiyat yazıları” ifadesi geçtiği için ben de öyle dedim ama bana sorarsanız edebiyat değil hayat bilgisi dersinin okumaları olabilecek nitelikte metinler bunlar. Özellikle İstanbul dışından gelip Boğaziçi Üniversitesi’nde yıllarını geçirmiş namükemmel(?) bir kitap sever kız çocuğunun gözleri dola dola okuyacağı yazılar var Kırmızı Kazak‘ta. Bilhassa “İncelikler Yüzünden” (ki bu da aynı zamanda kalbi belli ki birkaç yerinden kırılmış bir kız çocuğunu anlatan benzersiz bir Sertab Erener şarkısıdır) bölümündeki yazıların karnıma yumruk attığını sizden gizleyecek değilim.
O kadar ki okurken Meltem Gürle’den ders alamadığıma ilk defa gerçekten üzüldüm. 15 sene önce kayıt döneminin sonunda hissettiğimden çok farklı bir üzüntüydü bu. Çok uğraşmadan iyi not alabileceğim bir dersi değil, çok iyi arkadaş olabileceğim, ömrümün sonuna kadar hayatımda yeri olabilecek bir kişiyle tanışma fırsatını kaçırmışım gibi hissettim bu sefer.
Aynı yılbaşı partisine davet edildiğimizi ve birbirimizden habersiz gönülsüzce icabet ettiğimizi düşündüm mesela. Ben diğer parti katılımcılarının yokluğumu fark etmemesi riskini göze alamadığım için zorla eğlenirmiş gibi yaparken o benden daha cesur olduğu için bir köşeye çekilip raftan aldığı Neruda’yı okuyor. Ben yarım saat kadar sonra “Ay Meltem’cim gelsene Allah aşkına buraya, n’apıyorsun orada tek başına?” diye sesleniyorum. O kitabı elinden bırakıp gönülsüz kalkıyor yerinden, yanımıza geliyor ve gece devam ediyor.
Ya da 559C’de karşılaştığımızı düşündüm. Darphane’den biniyorum otobüse, o da benden 2-3 durak önce binmiş herhalde. Cam kenarına sığınmış, kitabına gömülmüş, yanı boş. Oturup çantamdan Yetenekli Bay Ripley‘i çıkarıyorum ve o esnada yanımdaki kadının okuduğu kitaba göz ucuyla bir bakayım diyorum. Aa tesadüfün böylesi; o da Patricia Highsmith okuyor. Bir an göz göze gelip sonra kafamızı çeviriyoruz. Çünkü “Highsmith okuyan biri yabancılarla asla konuşulmaması gerektiğini bilir”. Güney Kapı’da otobüsten birlikte inip, yokuştan aşağı yan yana yürürken tuhaflık hissetmemek için birimizin birkaç dakikalığına simitçiye uğrar gibi yaptığını da söylemem lazım tabii…
Öte yandan şunu da söylemem lazım: Kitaptaki denemeler bildiğim yerden çıkınca epey mutlu oldum ama bilmediğim yerden gelen yazılar da çok işime yaradı. O parçalara bir nevi “guide to further reading” muamelesi yaptım. Örneğin daha önce hep teğet geçtiğim Alice Munro’yu mutlaka okunacaklar listeme Meltem Gürle referansıyla ekledim. Ya da çocukluğumda çizgi filmini izlediğimi hayal meyal hatırladığım Pippi Uzunçorap’la anarşist-feminist bir çerçevede yeniden görüşsem çok keyif alacağımı hissettim. (Pippi’nin adı günümüz Türkiye’sinde Peppe olmuş, onu da bu yazıyı yazarken fark ettim.)
Velhasıl çok keyif aldım bu kitabı okurken. Hafif ama manalı bir şeyler okumak isteyenlere tavsiyem olsun.
Not: Bu yazının ilk paragrafında kullandığım dil için bütün okurlardan özür dilerim. Sorsanız kimse memnun değildir bu Boğaziçi Türkçesi denen garabetten, nitekim ben de değilim. Ama bir yandan da var böyle bir şey ve ben tüm tuhaflığına rağmen bu dilin yöresel ağızlar gibi bir işlev taşıdığını ve bizi dönemler ve bölümler ötesinden birbirimize yaklaştırdığını düşünüyorum. Kusura bakmayın! Paragrafta geçen İngilizce ifadelerin karşılıklarını aşağıda paylaşıyorum:
(1) GPA, Grade Point Average: Genel Not Ortalaması
(2) Easy A: Kolayca elde edilen yüksek not
(3) Proficiency, Boğaziçi University Proficiency Exam: Öğrencilerin İngilizce seviyesinin hazırlığı geçip bölüme başlamaya yeterli olup olmadığını ölçen sınav.
(4) Advanced English: İleri İngilizce, Proficiency’de C ile geçenlerin birinci sınıfta alması zorunlu ders.
(5) Humanities: Beşeri Bilimler, bu metinde HIST 105 ve HIST 106 kodlu Tarih derslerini kasıtla kullanılıyor.
(6) Critical Reading: Eleştirel Okuma
About Sevin Turan
Dört yaşındayken bir gün kendi kendine okumayı söktüğünde önce inanamadılar, sonra önüne kitapları yığdılar. O gün bugündür bir şeyler okumadan geçirdiği bir gün bile olmadı.