“Sel gitti Suzan, kum kaldı, çöl kumu, üstünde tek yaprak yeşermez.”
Suzan Defter, Ayfer Tunç’un daha önce yayımladığı Taş Kâğıt Makas isimli öykü kitabının içinde yer alan ve Can Yayınları tarafından 2011 yılında mini roman olarak ayrıca basılan bir kitap. Kapak Kızı ve Yeşil Peri Gecesi isimli kitaplarından sonra, okuduğum üçüncü Ayfer Tunç romanı. Üç kitabı aynı anda alırken Suzan Defter‘in, sadece ismiyle dahi, diğer ikisine kıyasla daha muğlak, belki daha romantik olduğunu düşünmüştüm nedense. Belki de bu nedenle, birbirinin devamı olan diğer iki kitabı okuduktan sonra okumak istedim, hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığım bu kitabı.
Okuyucuyu şaşırtan, kimisine hatalı basım olduğunu bile düşündüren bir yazım tekniğine sahip Suzan Defter. Sayfaların arasında biraz ilerledikten sonra anlıyorsunuz ki; kitap, iki ayrı günlüğün aynı anda aktarılmasından oluşuyor ve kitabın sol tarafındaki sayfalarda erkek karakterin, sağ tarafındaki sayfalarda ise kadın karakterin yazdıkları yer alıyor. Olanlar, aynı tarihler atılarak farklı iki kişi tarafından iletiliyor. Kitabı okumak için ister istemez bir teknik geliştirmeniz gerekiyor: iki günlüğü aynı anda okumak ya da birini bitirip diğerine geçmek. Ben kitabı iki kere okuduğum için iki tekniği de kullandım. İkisini sırayla okuduğunuzda iki hayata da bütünlüklü bir şekilde hakim olabiliyorsunuz. Ancak; okuması ve takip etmesi daha zor olsa da, yaşananların aktarımı arasındaki farklılıkları görmek açısından, ben iki günlüğü aynı anda okumanızı tavsiye ederim.
Gelelim Suzan Defter‘in meselesine… Suzan Defter, birden fazla aşkın, birden fazla sevdanın, birden fazla sorunlu aile ilişkisinin hikâyesi. Tüm hikâyeler kırık dökük, eksik, yarım. Yaşanmamış çok şey, söylenmemiş çok söz, ortaya konmamış çok sevgi ve yarım kalmış kocaman bir aşk var bu kitapta.
Kitabın sol tarafındaki günlüğün sahibi Ekmel Bey; aşksız bir anne babanın çocuğu olarak büyümüş, evlenmiş, eşinden ayrılmış, büyük bir evde tek başına yaşayan ve tüm insanlarla ilişkisini kesmiş, işini bırakmış bir avukat. Hayatının bir kayıp olduğuna inanan, neredeyse tüm umutlarını yitirmiş; öyle ki, ardında bir iz bırakmak için yazmaya başladığı defter bitince ölümü planlayan biri. Arada kendisini arayan ağabeyi ve kızından başka kimsesi, dışarıya açılan bir penceresi yok. Kendini hapsettiği evini aynı zamanda satışa da çıkarmış; sırf dışarıdan eve birileri gelsin diye. Telefonda sesini beğendiği kadın alıcılara randevu veren Ekmel Bey, randevu saati geldiğinde canı istemezse kapıyı hiç açmıyor, canı isterse de kapıyı açıp gelene evi gösteriyor, hiçbir zaman satmayı düşünmediği evini…
Sağ tarafta yer alan satırlar ise Derya tarafından yazılmış kitapta. Derya; annesini çok küçükken kaybeden, babaannesi ve hayran olduğu ağabeyiyle yaşayan, karanlık işler yapan babasından sevgi göremeyen, babaannesinin ölümünden sonra ise kendini eve kapatan, ağabeyine inat evlenen, sonra boşanan, evden dışarı çıkmak için bir nedeni olmayan ama tutunmaya çalışan, otuzlu yaşlarının sonunda bir kadın. Ekmel Bey‘i, satılık ev ilanı için arıyor; hiçbir zaman satın almayacağı ev için, sırf eve bakma bahanesiyle evden dışarı çıkmak için arıyor…
Aralarında, tarif etmesi zor bir bağ oluşuyor bu ikilinin. Yalnızlıklarını, bir şekilde paylaşacak bir yabancı bulmuş olmaktan kaynaklı bir bağ, belki de. O kadar ki; Ekmel Bey, para karşılığına arkadaşlık teklif ediyor Derya‘ya. Konuşma ihtiyacı, anlatmak, dinlemek… İkisi de öylesine ihtiyaç duyuyor buna. Bazen, aynı tarihlere ait bu sohbetleri, Ekmel Bey ve Derya farklı şekillerde anlatıyor. Ekmel Bey parayla arkadaşlık teklif ettiğinden hiç bahsetmiyor örneğin, Derya ise sevdiği adamla ilk sevişmesini ona nasıl anlattığına yer vermiyor satırlarında. Bir günlükte, birinin diğerine atfettiği şey, tam tersi bir şekilde karşımıza çıkıyor diğer günlükte. Okurken hangisi gerçek olduğunu sorguladım bazen, bazen de olanlara karşı, insanların bakış açısının ne kadar farklı olabildiğini gördüm.
Günlüklerde; iki karakterin de geçmişi, aile ilişkileri, içinde kalanları, özlemleri, hevesleri hakkında çok şey olsa da, kitabın asıl karakteri, Suzan. Suzan, Derya‘nın ağabeyinin eski(meyen) aşkı. On beş yıl boyunca, bıkmadan ağabeyini seven, bekleyen, onun için yanan, tutuşan ve sonunda bir kucak korla kalakalan Suzan. Ağabeyinin sapladığı bıçağı sırtında gezdiren Suzan… Derya‘nın, hayranlıkla aşk karışımı bir sevgiyle bağlı olduğu ağabeyini çok seven Suzan‘la ilişkisi de çok dengeli değil. Aynı mahallede yaşayan Suzan‘ı kabul etmesi, ağabeyini onunla paylaşması çok kolay olmamış küçükten itibaren. Bir gölge olmuş hep, ağabeyiyle Suzan‘ın ilişkileri üzerinde; nereye gitseler o da gitmiş, kıskanmış, gizli gizli mektuplarını okumuş. Hapishane, askerlik, kardeş gölgesinde görüşmek, kaçak yaşam, yurt dışında çalışmak gibi engellere rağmen Suzan öyle çok sevmiş ki ağabeyini, ondan öyle vazgeçmemiş, onu öyle bırakmamış ki, Derya aslında Suzan olmak istemiş. O kadar ki, Ekmel Bey‘e de kendini Suzan olarak tanıtmış ve kendi hikâyesi gibi anlatmış, Suzan‘ın büyük sevda hikayesini ona. Bir aşk uğruna gençliğinin haram olduğunu düşünen Ekmel Bey‘e insan gençliğini aşka vermezse, gençlik neye yarar, diye sormuş. Ama sonunda kaybeden siz olmuşsunuz, demiş Ekmel Bey.
-Kayıp mı? Kaç kişi böylesine sevebilmiştir bu dünyada?
-Ama yandınız, kül oldunuz.
-Ama vardım, kül bunun kanıtı.
Kül, büyük sevginin somut kanıtı. Sonunda bir kucak dolusu külle kalınsa da; büyük aşktan korkan o küçük adam, sevmek nedir bilmediği için eşini tüm kalbiyle sevdiğini sanan bir kadınla evlenip, hayatına iki çocuk babası bir üst-orta sınıf olarak yaşamaya devam etse de, yine de iyi ki sevdim demek ne zordur değil mi? Birini bu kadar sevmek, yüzünü satır satır hatırlamak, kalbindeki o yangınla, hayata herkes gibi devam edememek, yarım kalan o büyük sevgiden sonra, başlayan ve biten her aşk için defter tutmak, onlarca defter biriktirmek ne zordur. Ne zaman ki Derya, yıllar sonraki karşılaşmalarında bu kadar büyük sevmenin Suzan‘ı hâlâ nasıl da yakmaya devam ettiğini görüyor, o zaman Suzan olmanın hiç de kolay olmadığını anlıyor. Bu defa Suzan‘ın hatırasını, her şeyi kuralına göre oynayan ağabeyinin görünürde mutlu evliliğinin üzerinde gölge gibi dolaştırıyor. Öfkeleniyor ona, Suzan‘ın büyük sevgisine ihanet ettiği için, ona yazdığı son mektupta beni unut dediği ve yoluna devam ettiği için. Sonunda ağabeyi dayanamıyor ve itiraf ediyor: Suzan beni kaldırabileceğimden çok daha fazla sevdi. Ezildim.
Bir sevgi karşısında ezilmek, o sevginin büyüklüğünden korkmak… Aklımın, daha doğrusu kalbimin almadığı bir şey bu. Büyük bir aşktan neden korkar ki insan? Neden ortalama olanı seçer? Öyle yaşamak daha kolay olduğu için mi? İyi de, gerçekten sevmeden nasıl yaşanır? Aşkla, tutkuyla yoğrulmuş, on beş yıl süren bir sevgiden daha güçlü, daha güvenli bir şey olabilir mi insanı hayata bağlayan? Büyük aşktan korkup kaçan taraf hayatına devam edebilirken, devam edemeyen, o sevgiyi canlı tutan, sevdiği için hâlâ kor gibi yanan taraf oluyor ya; bu da sevenin, o büyük aşkına olan sadakatinden olsa gerek. Sevmek zor mesele, tüm zorluklara rağmen büyük sevmek daha da zor mesele. Eğer çevrenizde böyle sevebilmiş kişiler varsa, dinleyin onların hikâyelerini, dinleyin ki sevmek nedir, öğrenin. Ben de Suzan‘ı, onun hakkında yazılan günlüklerden değil de, yıllar boyunca, büyük bir aşkla yazdığı mektuplardan okumak isterdim; çünkü Suzan yazdığı o hikâyenin baş kahramanı olmayı hak ediyor.
Kitabı okurken geri planda hep çalan ve bu yazı boyunca bana eşlik eden o şarkıyla bitirmek istedim bu yazıyı: Yarası Saklım
About Burcu Arslan
Uzun uzun anlatmaya gerek yok sanırım. "Dünya bir düştür."