“İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı;
Kuşlar geçiyor derken
Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık,
Ağlar çekiliyor dalyanlarda;
Bir kadının suya değiyor ayakları;
İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı.”
Ne güzel anlatmış İstanbul’u Orhan Veli. Uzaklardan gelen çekiç seslerini, sucuların çıngıraklarını, güvercin dolu avluları, Mahmutpaşa’yı, Kapalıçarşı’yı, yeşil yaprakları, kuşları… Pek gözleri kapalı dinlenecek tarafı kalmadı artık İstanbul’un. Bırakın kapamayı, gözlerinizi dört açmalısınız artık bu şehirde yürürken. Eskiden çıkıp güvenle ve tarihe tanıklık ederek yürüdüğünüz caddelerde, sokaklarda artık sadece kuru kalabalığı ve estetik zevkten mahrum bir mimari anlayışın eseri olan çirkin devasa beton binaları görebilirsiniz. Şehir içinde ağaç görmek ve kuş sesi duymak şöyle dursun, hâlâ ayakta kalabilmiş ağaçlık bir yer gördüğünüzde, yerine kim bilir ne zaman AVM yapılacağını düşünür bulursunuz kendinizi. Sadece paraya çevirilebilen şeylere değer verilen yönetim anlayışının sonucu olarak, her gün bir tarihi esere, bir ağaca fütursuzca zarar verilme ihtimali olan bu şehirde başınıza bir şey gelmeden evinize dönebildiğiniz her gün kendiniz şanslı hissedersiniz. Özetle, İstanbul artık sadece şiirlerde güzeldir.
İstanbul’a ait hemen tüm umutlarımı yitirdiğim bu günlerde, kitaplığımda arka taraflarda kalmış İstanbul’un İlkleri ve Enleri isimli, Ötüken tarafından basılan kitap karşıma çıktı ve kitabın içinde İstanbul’u tekrar sevebilmek için nedenler ararken buldum kendimi. Kitabın yazarı Süleyman Faruk Göncüoğlu, çalışmasının temel amacının İstanbul’u tanıtmak ve hızla tüketilen şehrin, üzerinde yükseldiği kültürel ve tarihi mirası anlatmak olduğunu söylemiş. İsminden anlaşılacağı üzere, kitap, üç büyük imparatorluğa başkentlik yapmış İstanbul’un tarih boyunca tanıklık ettiği ilkleri ve enleri okuyucuya anlatıyor. Birtakım çelişkiler içerse ve kullandığı dil itibarıyla belli bir ideolojik duruş sergilese de kitap oldukça bilgilendirici bir nitelik taşıyor ve sahip olunan kültürel mirasın nasıl da acımadan yok edildiğini ve yok edilmeye devam edildiğini gösteriyor. Bu yazımda, okurken ilginç bulduğum ve yaşadığım şehir hakkında mutlaka bilmem gerektiğini düşündüğüm kısımları başlıklar halinde iletmeye çalışacağım.
İstanbul’un İlk İzleri
İstanbul’da insan kültürüne ait ilk izler Epipaleolitik Çağ’da, yani M.Ö 18.000 ilâ M.Ö 10.000 civarındaki avcılık-toplayıcılık yapıldığı dönemde, Küçükçekmece Gölünün yakınındaki Yarımburgaz Mağarasında rastlanmış. Bu mağaraya ek olarak, Avcılar, Haramidere (bu ikili beni oldukça şaşırttı), Bostancı-İçerenköy arasındaki kayalıklarda, Fikirtepe ve Dudullu çevresi ile Göksu Deresi boylarında on bin yıl öncesine ait izler görmek mümkünmüş.
İstanbul’un ilk kuruluşu ise, Mora Yarımadasından yeni bir yurt bulmak için yola çıkan Megaralılar tarafından gerçekleşmiş. Bir grup Megaralı M.Ö 680’de gelip Boğaziçi’ni de geçerek bugünkü Haydarpaşa ile Doğancılar Parkı arasında yer alan ve ana limanı Üsküdar olan Kalkedon‘a; birgrup Megaralı ise M.Ö 660’ta Sarayburnu’na gelerek bugünkü İstanbul’u kurmuş ve şehre önderlerinin adı olan Byzas ismini koymuşlardır. Bir efsaneye göre, şehri kuran ikinci grup yola çıkmadan önce bir kâhine nereye yerleşeceklerini sorarlar ve kâhin de onlara “körler memleketinin karşısı” der. Sarayburnu’a geldiklerinde gördükleri güzellik karşısında büyülenen Megaralılar, kendilerinden önce geldiği halde burayı geçerek karşı kıyıya, yani Kalkedon‘a yerleşen diğer grubun olsa olsa kör olacağını düşünür ve kâhinin işaret ettiği “körler ülkesinin karşısı”nın burası olduğuna karar verirler.
İstanbul, Kültür, Sanat, Eğlence: İlk eğlence merkezi, ilk kahvehane, ilk sinema, ilk basketbol maçı, ilk gece kulübü, ilk plajlar
Roma İmparatorluğu dönemindeM.S 200 civarında düzenlenen Hippodrome İstanbul’un ilk sosyal yaşam merkezi olarak kabul ediliyor. Bu meydan Osmanlı İmparatorluğu döneminde Atmeydanı olarak adlandırılmış ve etkinlik merkezi olarak kullanılmaya devam etmiştir.
Bugün “Geleneksel Türk kahvesi” diye sahiplendiğimiz ve iddialı olduğumuz kahve aslında 1500’lü yılların ortasına kadar İstanbul’da hiç tanınmıyormuş. O kadar ki, 1551’de ilk kez geldiği İstanbul’a, Tophane Gümrüğünden içeri sokulmadığı için, girememiştir. Daha sonra İstanbul’a girmeyi başaran kahve ile 1554 yılında, biri Halepli biri Suriyeli iki kişi tarafından Tahtakale’de ilk kahvehane açılmış ve devrin okur-yazar kesiminin gittiği kültür merkezi işlevi görmüştür.
İstanbul’da ilk sinema ise ilk kez Yıldız Sarayında II. Abdülhamid’e, 1896’da Fransız bir sihirbaz olan Sarah Bernard tarafından gösterilmiş. Halka açık ilk sinema ise 1897’de Beyoğlu’nda olmuş. Sürekli film gösterilen ilk sinema salonu ise 1908 yılında Sigmund Weinberg tarafından yine Beyoğlu’nda Cinema Pathe ismiyle açıklmış.
Kitabı okurken en çok eğlendiğim kısımlardan biri İstanbul’un basketbol ile tanışması oldu. Dünyada ilk basketbol maçı 1891 yılında Amerika’da oynanmış. İstanbul’da ise Robert Koleji’nde 1904’te yapılan ilk tanışma oyunu sayılmazsa, ilk basketbol maçı 1911’de Galatasaray Lisesi’nde beden eğitimi dersi öğretmeni tarafından düzenlenmiş; ancak tüm oyuncular sakatlandığı için oyun tamamlanamamış. Bu başarısız denemeden sonra İstanbul basketbolla asıl tanışması 1920’de Young Male Christian Association‘ın İstanbul’a şube açmasıyla olmuş.
Bir diğer eğlenceli hikâye de İstanbul’un ilk gece kulübü açılışında karşımıza çıkıyor. İstanbul’un ilk gece kulübü 1870 yılında Pera’da açılmış. Kumar ve içkinin ilk kez alenen serbest olacağı bu mekân açılmadan önce ismi konusunda oldukça ayrıntılı düşünülmüş ve tepki çekmemesi için Encümen-i Ülfet yani Dostlar Meclisi isminde karar kılınmış. Asıl garip kısım ise, yine tepki çekmemek için gece kulübünün açılışı için Ramazan ayının ilk gününün seçilmesi. Günümüzde tepki çekmemek için alkollü mekânların bir kısmı Ramazan ayında kapanırken, 1870 yılında alkol ve kumarın ilk kez serbest olacağı bir gece kulübü için Ramazan ayının ilk günü seçilerek topluma şu mesaj verilmeye çalışılmış: İlim ve irfan erbabı, şair ve sanatkârlar şu mübarek ayda en yakın dostluklar kurup, hoş vakit geçirecekler.
İstanbul’da plaj kültürü oldukça geç benimsenmiş. Kadın ve erkeklerin ayrı ayrı ve üstü açık, etrafı kapalı küçük barakalar içinde denize girdikleri deniz hamamı kültüründen, plaj kültürüne geçiş 1920’lerin başında ihtilalden kaçıp İstanbul’a gelen Rusların deniz eğlenceleri ile başlamış. Moda Plajı deniz hamamından dönüşmeyen, direkt plaj olarak kurulan ilk plaj olmuş ve onu Suadiye, Caddebostan Plajları ve Cumhuriyet döneminin önemli simgelerinden biri olan Florya Plajı takip etmiş.
İstanbul ve Ulaşım: İlk tramvay, ilk tren, ilk metro, ilk otobüs, ilk vapur
Okurken en çok içimi acıtan kısımlardan biri İstanbul’un ulaşım, özellikle de demiryolu sistemi ve bu sistemin bugün içinde bulunduğu durum oldu. Buna geçmeden önce, İstanbul’la ilgili öğrendiğim oldukça ilginç bir bilgiyi paylaşmak istiyorum. Bizans döneminde Sultanahmet Meydanında yer alan Milion Anıtı, “hareket noktası” olarak kabul edilir ve bütün mesafeler bu taştan başlanarak ölçülürmüş. Osmanlı döneminde ise hareket noktası Üsküdar Ayrılık Çeşmesi olarak kabul edilmiş.
İlk tramvay, atlı tramvaylar olarak, 1871’de hizmete girmiş İstanbul’da ve Azapkapı-Aksaray, Aksaray-Yedikule, Beşiktaş-Bebek arasında çalışmış. 1912’de çıkan Balkan Savaşları sırasında atların orduya satılmasıyla bir süre hizmet veremeyen atlı tramvayların yerini ise 1914’te elektrikli tramvaylar almış.
İstanbul’un ilk demiryolu 1872 yılında Haydarpaşa ile Fenerbahçe arasında açılan banliyö hattı olmuş. Bu hat 1873’te Haydarpaşa-İzmit ve Sirkeci-Edirne seferlerine başlamış. Bugün ise, 1872’de kurulan bu sistemi, bir süredir bizi esir alan kara yolu ve talan anlayışına kurban vermiş durumdayız. Aranızda, İstanbul’un banliyö seferlerinin yok edilmiş olmasını, dünyanın en güzel garlarından biri olan Haydarpaşa’dan Başkent, Fatih, Ankara, Anadolu Ekspreslerine binip de Ankara’ya gidemeyişimizi sindirebilen var mı, bilmiyorum.
İstanbul’da ilk metro, bugün de kullanılmaya devam eden, Tünel‘dir ve 1875 yılında açılmış. Londra ve Newyork metrolarında sonra dünyanın üçüncü metrosu olan Tünel Galata ile Pera’yı bağlıyor.
İlk otobüs İstanbul’a 1926 yılında İtalya’dan satın alınan, iki yanı açık olarak yolcu taşıyan dört otobüsle gelmiş ve Taksim-Maçka-Beşiktaş arasında çalışmış. İlk “ring” seferi ise “1” numaralı hat ile Şişli-Taksim-Beyazıd-Eminönü-Şişli arasında 1945’te hizmete girmiş.
İstanbul’da vapurla yolcu taşımacılığı ilk kez 1837’de bir İngiliz ve bir Rus’un kurduğu vapurculuk şirketiyle olmuş. 1843’te ise Fevaid-i Osmaniye isminde kurulan şirketle Kadıköy-Adalar arasında yolcu taşınmaya başlamış ve 1851’de Şirket-i Hayriye ilk anonim şirket olma vasfıyla kurulmuş ve Boğaziçi seferlerine başlamış.
Yazarken daha çok “ilk”lerine yer verdiğim İstanbul’un “en”lerinden elimizde kala kala “en çok tarih ve eser katliamı yapılan şehir” kalmış maalesef. Kitapta, Adnan Menderes zamanında zirveye ulaşan vizyon yoksunu yeni İstanbul projeleriyle şehrin tarihi yapısına nasıl zarar verildiği anlatılmış. Geniş kara yolu projeleri uğruna (Unkapanı-Saraçhane yolu, Vatan Caddesi, Millet Caddesi) fütursuzca kurban verilen hanlar, hamamlar, camiler, mescitler, mezar taşları, okurken insanın içini acıtıyor. İşin kötü tarafı, günümüzde de aynı vizyonsuzluk ve cehaletle yönetilen İstanbul’da talan edilen sadece tarihi eserler ve kültürel miras değil. Şehrin doğal mirası da, elinde avucunda kalan küçücük ormanlık alanları da birer birer yok ediliyor ve bu kural tanımaz despotluk karşısında bize yapacak hiçbir şey bırakılmıyor.
Burcu Arslan
Uzun uzun anlatmaya gerek yok sanırım. "Dünya bir düştür."
Permalink