“Düş kırıklığına hazırlıksız yakalanacak kadar aptal değildim.”
2017 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Japon yazar Kazuo Ishiguro’nun 1989 yılında yayımlanan kitabı Günden Kalanlar ile ilgili yorumuma başlarken, kitap hakkında genel bir tanıtım cümlesi yazmakta çok zorlandığımı fark ediyorum. Yazıp yazıp siliyorum; zira kitabın konusunu ve anlattıklarını, herkes kendi bakış açısına göre yorumlayıp farklı aktarabilir. Kimine göre; hayatını görevine adamış, görevinden başka tüm her şeye gözünü ve kalbini kapamış bir baş uşağın hikâyesidir Günden Kalanlar, kimine göre bu kitap 2. Dünya Savaşı öncesinde savaşa yön veren Avrupa aristokrasisini ve diplomasisini anlatır, kimine göre ise yaşanmamış, kırık dökük bir aşk hikâyesini…
Bana kalırsa; yaşananların değil yaşanmayanların, söylenenlerin değil söylenmeyenlerin ve bir zaman sonra içe oturan pişmanlık duygusunun anlatıldığı bir kitap Günden Kalanlar. Tüm bunları ise, ben her şeyi rutin ve sakin akışı içerisinde okurken, hiç sezdirmeden, önemsizmiş gibi görünen satır aralarında aktardı bana. Belki de bu yüzden, kitabın sonunda çaresizlikle karışık bir hayal kırıklığı hissiyle kaldım. İnce bir “ah” eşliğinde gelen ama isyan içermeyen, kabullenilmiş, sakin bir pişmanlık da eklendi bu hisse.
Romanda görünür olan; 2. Dünya Savaşı öncesi İngiltere’sinde, Darlington Malikânesinde baş uşak olarak çalışan James Stevens‘ın anlattıklarıdır. Bir yandan tarihe tanıklık ederken bir yandan da Stevens‘ın mesleğine tam bağlılığını, babasından öğrendiği bu işin gerekliliklerini her ne şartta olursa olsun yerine getirmesini, kendini yok ederek işini kusursuzca var etmesini, yer yer şaşkınlıkla okudum.
Stevens‘ın hizmet ettiği Lord Darlington‘ın görkemli malikânesinde dünya tarihinin seyrine yön veren toplantılar düzenlenirken, Stevens ve evdeki diğer çalışanlar bu toplantıların kusursuz geçmesini sağlamakla görevlidirler. Avrupa ve Amerika’dan önemli temsilciler; 1. Dünya Savaşı’nda yenilen Almanya hakkındaki görüşlerini iletirken, bu görüşmelerdeki diyaloglar üzerinden sınıf farklılıkları, demokrasi, saygınlık, değişen politik dengeler, Nazilere bakış açısı da oldukça ustalıkla anlatılıyor. Bu noktada, Ishiguro’nun incecik bir su gibi akan anlatımı sayesinde, İngiliz aristokrasisinin zarafeti ve kibarlığıyla ilgili de hayranlık soslu bir bilgi sahibi oldum okurken. Gelen konukların ağırlanma şekilleri, malikânede gerek lordun gerekse çalışanların birbirleri arasındaki diyalogların tümünden akan kibarlık, birkaç gün boyunca benim dahi konuşmalarıma yansıdı, desem abartmış olmam. Çarşaf değişimi gibi bir işlem için Stevens‘ın, baş uşak yardımcısına: “Bayan Kenton, üst kat yatak odaları çarşaflarının öbür güne kadar hazır olması gerektiğine dikkatinizi çekebilir miyim?” şeklinde ricada bulunmasını, bahsettiğim kibarlığa basit bir örnek olarak iletebilirim. Eğreti olmayan, koşulların kendiliğinden ortaya çıkan bu doğal zarafet ortamına özendiğimi de itiraf edip, hikâyenin kayıp ya da yaşanmayan ve aslında hayatı sorgulatan kısmına geçebilirim.
Görünen bu hikâyenin satır aralarında, hiç göze sokulmadan bir oya gibi işlenmiş; ancak hiç açığa vurulmamış bir aşk var. Stevens, kendisini hizmet ettiği lorda, malikânenin düzeninin kusursuz işlemesine, yani işine öylesine adamıştır ki, işi dışında başka bir hayat düşünemez haldedir. Hayata bakış açısı, düşünce sistemi, vakar ve kusursuzluk tanımı, insan ilişkileri ve hayatla ilgili tüm her şeyi sadece görev ve sorumluluklar çerçevesinde şekillenmektedir ve baş uşaklık görevini kusursuzca yerine getirmektedir. İşini son derece disiplinli, bazen duygusuzca denebilecek bir profesyonellikle yerine getirirken; Stevens‘ın atladığı, harcadığı, kırıp döktüğü, bazen bilerek göz ardı ettiği ve aslında ona yaşadığını hissettirebilecek birçok şeyi nasıl da geri planda bıraktığını bazen isyan ederek okudum Günden Kalanlar‘da. “Yaşamın gerçekleri, Stevens. Kuşlar, arılar… Bilirsin değil mi?” diyen lorda verdiği cevap “Ne yazık ki sizi pek anlayamıyorum efendim.” olan Stevens‘ın, baş uşak yardımcısı Bayan Kenton‘ın kendisine olan ilgisini görmesi söz konusu bile olamadı, doğal olarak. Babasının ölümünde bile, malikânedeki çok önemli toplantının aksamaması adına, hiçbir şey olmamış gibi işine devam eden Stevens hiç anlayamadı aslında kendisinin de Bayan Kenton‘a ilgi duyduğunu, hatta onu sevdiğini. Anlayabilseydi, daha doğrusu anlamak isteseydi o kadar kaba ve özensiz davranır mıydı ona, vermez miydi bir şans ikisi arasında doğabilecek potansiyel sevgiye?
Kitap boyu hissedilen ancak itiraf edilmemiş, üzerinde tek kelime konuşulmamış, özensizce harcanıp gitmiş ve Bayan Kenton‘ın başkasıyla evlenmesiyle sonuçlanmış bu sevgi, yıllar sonra Stevens‘ın, Bayan Kenton‘a ulaşmak için çıktığı yolda yazdığı güncede buram buram kokmaktadır. Stevens tabii ki itiraf etmez o sevgiyi, Kenton‘ı tekrar malikânedeki görevine davet etme bahanesiyle çıkmıştır yola ve Bayan Kenton’dan gelen bir mektuptur onu yollara düşüren. Bu mektupta Kenton‘ın mutsuz olduğu varsayımına kapılan Stevens, yine açığa çıkarmadığı bir pişmanlık ve umutla çıkar yola. Stevens‘ın yolculuğunda ona eşlik ederken içten içe “Ah” dedim “Geç de olsa söylense artık şu söylenmeyenler, yaşansa çoktan yaşanması gerekenler.” Yaşanacak şeylerin yaşanmadan yarım bırakılması, yarım kalmak zordur çünkü. Açığa çıkarılmayanlar, konuşulmayanlar yüktür insanda ve sustukça da büyür içeride. Sezdirmeden kocaman olur ve sonunda bir pişmanlık olarak oturur insanın göğsüne. Baş etmesi zordur bu hislerle. O yüzden istedim Stevens artık konuşsun, kırsın içindeki zinciri, indirsin kalkanını, bıraksın biraz kendini. Harcamasın, kolay kolay insanın önüne gelmeyen sevmek ve sevdikçe yaşamak olasılığını. Ama olmadı. Ne elinden kayıp giderken yakalamaya çalıştı Stevens o aşkı ne de yıllar sonra karşısına çıkan fırsatı değerlendirebildi. Yüzünde dinginlikten öte, hüzne benzer bir şeyler olan Bayan Kenton, eşinin yanında kalmaya karar verdi.
Stevens tabii ki düş kırıklığına hazırlıksız yakalanacak kadar aptal değildi ve “Yaşamımız pek de dilediğimiz gibi çıkmadıysa durmadan geriye bakıp kendimizi suçlayarak ne kazanabiliriz ki” deyip, eve dönüş yoluna geçti. Belki de bu cümle nedeniyle, bana kitapta kalan ve yazımın başında bahsettiğim his kabullenilmiş sakin bir pişmanlıktı.
Kitabı bitirdikten sonra, kitaptan uyarlanmış 1993 yapımı, Anthony Hopkins ve Emma Thompson’ın başrollerini oynadığı filmi de izledim. Büyük oranda aslına uygun anlatılmış hikâyeyi seyrederken, yine benzer şeyleri düşündüm ve sorguladım: İş yeri sorumluluklarını gözü kapalı bir şekilde yerine getirmeye çalışırken acaba neleri atlıyoruz? Kimleri kırıyor, hırpalıyor, kimlere özensiz davranıyoruz? Onları sevmemiz için gözümüzün içine bakanları görebiliyor muyuz? Dışarıda bir hayat var ve o hayat biricik. Severek güzelleşecek, heyecanlandıracak, keyif verecek, canlanacak bir hayat var. Yakalarsanız, izin vermeyin parmaklarınızın arasından kayıp gitmesine, değerlendirin o fırsatı.
Kitapla ve filmle ilgili birçok bilgi vermeme rağmen; bu yazıya sığmayan zarafeti, 2. Dünya Savaşı tarihine yön veren olayları, dönemin politikasını, hep orada olan ama yok sayılan aşkı kendi bakış açınızla görmek için Günden Kalanları okumanızı ve Oscar ödüllü filmini seyretmenizi de tavsiye ediyorum. Sevmeye değer hayatlarımız olması dileğiyle…
About Burcu Arslan
Uzun uzun anlatmaya gerek yok sanırım. "Dünya bir düştür."
//
Kazuo Ishiguro’nun ‘Beni Asla Bırakma’ kitabını o kadar beğenmiştim ki (okuduğumda Nobel almamıştı henüz) diğer kitaplarını da aldım. Gömülü Dev’i bir türlü bitiremedim ve Günden Kalanlar’ı da epeyce sonraya bırakmıştım.
Yorumunuzu okuduktan sonra hemen okumayı planlıyorum. Kitabın filme uyarlandığını da bilmiyordum. Çok güzel bir yorum. Ellerinize sağlık.
//
Çok teşekkür ederim. 🙂
//
Ben de yorumunuza bayildim . Anlatirken o kadar akici kalbe dokunarak anlatmissiniz ki resmen hissettim . Kitabi okumus gibiyim ( Buraya nasil geldim sinava giricem ve guncel bilgileri calisirken kitabin adini duydum konusunu merak ettim iyiki merak etmisim )
//
Teşekkürler 🙂 Mutlaka okumalısınız, benim yorumumdan fazlası var kitapta.