“Küçük şeyleri unutmayanlar, en geri hatıraları da unutmayanlardır. Hafızalarının bu bahtsız kuvveti karşılığında hiçbir memleket, hiçbir vatan tutamadan her yeri, her şeyi severek öleceklerdir.”
Bir süredir ihtiyaç duyuyordum Sait Faik’e; onun kalemine, yalnızlık ve tüm bu yalnızlığa karşın insan sevgisi, yaşam sevgisiyle dolu olan öykülerine. Sıradan gibi görünen, üzerinde düşünmeye gerek duymadığım her şeyden, içimi sıcacık yapan bir hikâye yaratabilmesine, içimin genişlemesine, dünyayı hissetmeye ve bu sıradan şeyler üzerinden düşünmeye ihtiyaç duyuyordum. Bu ihtiyacın nedenini ise belirsiz. Belki, biraz fazla yüzeyde kalmış, belki bir şeylerin gerisinde kalmış, büyüyememiş, önden gidenlere yetişememiş, bir yerlere geç kalmış ya da belki de erken gelmiş; aslında özet olarak, arafta kalmış hissetmemdir. Sebep ne olursa olsun, ihtiyacımı karşılamak için Semaver‘i seçtim bu defa.
Semaver, Sait Faik’in yayınlanmış ilk öykü kitabı. 1936 yılında yayınlanan kitabın içinde 19 hikâye bulunuyor. Benimle Beraber Seyahatten Dönenler kısmında yer alan beş öykü, 1931-1935 yılları arasındaki Fransa yaşamından izler taşıyor. Hepsi birbirinden güzel bu öykülerin arasında beni en çok etkileyenler ise, Karaköy’de bir sabah denize karşı sakinlikte okurken kalbimi acıtan, gözlerimden yaş getiren, kitaba adını veren Semaver ile, gecenin bir yarısı kitabı karıştırırken karşıma çıkan ve zamanlaması nedeniyle kendimi sokaklara atma isteği uyandıran Sevmek Korkusu.
Okuduğum en güzel durum öykülerindendir Semaver. Uzun zaman sonra bir fabrikada iş bulmuş, mesutları çok az olan bir mahallenin çocuğu olan Ali ve onu her sabah işe gitmesi için uyandırıp, semaverdeki çay eşliğinde ona kahvaltı hazırlayan annesinin hikâyesi Semaver. “Kızarmış ekmek kokan odada semaver ne güzel kaynardı. Ali semaveri, içinde ne ıstırap ne grev ne patron olan bir fabrikaya benzetirdi. Onda yalnız koku, buhar ve sabahın saadeti istihsal edilirdi.” diyor Sait Faik bu sabahları tasvir ederken. Hikâye boyunca bu sabahların sıcaklığını, içinde nice hayaller, sevgiler taşıyan, sahip olduklarına şükreden, mutlu bir anne-oğlun iç ferahlığını hissedip, onlara imrendim. Sobalı evde geçen çocukluğumun mandalina kokulu akşamlarını çağrıştırdı bana bu öykü. Tâ ki hiç beklemediğim bir anda gelen şu cümleye kadar: “Ali’nin annesine ölüm, bir misafir, bir başörtülü, namazında niyazında bir komşu hanım gelir gibi geldi.” Tesellisi olmayan ölüm karşısında çaresiz kalan Ali, önce annesini yığılıp kaldığı yerden kaldırıp yatağına götürüp kendi sıcaklığından, yaşamından ona tekrar yaşam vermeye kalkışıyor; ancak başaramayınca, annesini o yatakta bırakıp çıkıyordu evden. “Ali birdenbire zayıflamak, birdenbire saçlarını ağarmış görmek, birdenbire belinde müthiş bir ağrıyla iki kat oluvermek, hemen yüz yaşına girmiş kadar ihtiyarlamak istiyordu.” Ama bu olmuyordu ve Ali, o geceyi annesinin yatağında onunla birlikte uyuyarak geçiriyordu. Ölüm, korkunç değildi, sadece annesinin hassasiyetini, şefkatini, yumuşaklığını almıştı ve biraz soğuktu o kadar… Günler sonra semaveri, hiç göremeyeceği bir yere kaldırarak annesiyle belki de bu şekilde vedalaşıyordu ve o ana kadar hiç ağlamayan Ali, bir sandalyeye çöküp bol bol, bir yağmur gibi ağlıyordu. Buna benzer bir acı yaşamamış olsam da (çok şükür), öyküdeki naiflik ve sevginin, sıcaklığın, hatta ölümün, acının bile su gibi aktarılışı içimi hem acıttı hem de genişletti. Daha önce kendime sorduğum soruların bir benzerini tekrar sordum: İçinde ölüm, acı, yalnızlık, fakirlik olan bir öykü, bana kendimi nasıl bu kadar ‘insan’ hissetirebiliyor? Artık yanıt aramaktan vazgeçtiğim ve acıyla karışık bu ferahlama hissinin tadına varmaya odaklandığım bu sorunun cevabı, muhtemelen Sait Faik’in satırlarındaki insan sevgisi, yaşamak sevgisi, dünyaya dair olan her şeyin sevgisi…
Sevmek kaynaklı hayal kırıklıklarını, şaşkınlıkları, hüznü unutup, başa sarıp tekrar ve canı hiç yanmamış gibi sevmek hayatının rutini olmuş biri olarak, adı Sevmek Korkusu olan bir öykünün, gecenin bir yarısı kitabı karıştırırken daha başlığıyla dikkatimi çekmesi ve kitapta beni en çok etkileyen öykülerden biri olması da şaşılası bir şey sayılmaz. Hayatımda en az zorlandığım şey birini ya da bir şeyi sevmek, desem abartmış olmam sanırım. Bugüne kadar sevginin söz konusu olduğu yerde korkunun yeri olmadığını düşünenlerdendim, her ne kadar yaşadıklarım ya da şahit olduklarım tersini gösterse de. Ancak günün sonunda, artık büyümüş ya da genelgeçer gerçeğe teslim olmuş olmalıyım ki, ben de sevmeden önce korkar, en azından endişelenir hâle geldiğimi fark ettim. Sait Faik’in Sevmek Korkusu‘nda bahsettiği gibi “Korku, yol boylarınca etrafımı sarıyor, önümde uzuyor. Sevmekten korkuyorum. Başka arzular, ihtiraslarla atıldığım yolda beni avare ve çırılçıplak, başı her manada boş bırakacak yalnız bir şey olduğunu biliyorum ve ondan karanlıktan, riyadan, zulümden, hürriyetsizlikten korkar gibi ürküyorum.” Öykünün kahramanı da böyleydi işte. Ürküyordu sevmekten ama yine de ‘o’nu bekliyordu gelsin diye. Beklediği çoğu zaman gelmezdi. O kadar ki, beklediğinin gelmediği günlerin birbirinden farkı şehre yağan şeyin kar ya da yağmur olmasıydı. Geldiği kısıtlı zamanlarda da o gittikten sonra kahramanımız onu öldürmüş kadar harap, katil yatağının üstünde sabahı, polisi, kanunları beklerdi. Beklemenin ve çaresizliğin bu kadar yalın bir anlatımını çok uzun zamandır okumamıştım. Beklenenin bir masaya benzetildiği şu satırlar ise, üzerinde yorum yaparsam kırılıp dökülecekmiş gibi geliyor bana: “O da bu masa gibi olurdu. Fakat aksine, birdenbire küçükken büyüyüverir, kısayken uzar, kalkar giderdi.” Küçükken, hatta yokken, birden ortaya çıkan, kocaman olan ve evimde nereye sığdıracağımı bilemediğim bir masa… İşte budur belki de sevmekten korkutan.
Bu yazıda sadece iki tanesini yorumlamaya çalıştığım Semaver‘deki her bir öykü, üzerinde uzun uzadıya düşündürüyor ve sayfalarca yazı yazma isteği uyandırıyor. Ve ben okuduğum her öyküde Sait Faik’le Burgazada’da oturup konuşmak, hatta sadece susmak ihtiyacı hissediyorum. Bitirirken bugün İstanbul’da yapılan ‘miting’e ithafen kitaptaki Robenson adlı öyküden bir alıntı yapıyor ve diyorum ki: “Anlaşıldı, ben bayrakları değil, insanları seviyorum.”
About Burcu Arslan
Uzun uzun anlatmaya gerek yok sanırım. "Dünya bir düştür."