ah benim güzel ‘belki’ lim!
o ‘belki’ belki de benim;
ki öyle karardı aynalar,
çoktan yitirdik hayali…
ben daima birlikte edinirim;
spleen’ i ve melal’ i…[¹]
Bundan nerdeyse 40 yıl önce 13 Aralık’ta, soğuk bir kış gününde hayata gözlerini yumdu Oğuz Atay. Belki de derin bir anlaşıl(a)mamışlık duygusu içinde… “Ben buradayım, sevgili okuyucum, sen neredesin acaba” diye sorarken “buradayız!” cevabının yıllar sonrasında geleceğini, kitaplarının üst üste baskılar yapacağını, çok okunup çok tartışılacağını belki de tahmin edemeden… Atay’ın Türk edebiyatında bıraktığı izi ve yaratmaya devam ettiği etkileri layıkıyla tartışmak bu yazının sınırlarını da, amacını da aşıyor elbette. Onu ilk ve tek hikâye kitabı Korkuyu Beklerken vesilesiyle – gecikmeli de olsa – ölüm yıldönümünde anmak ve “buradayım!” demek için yazılmış bir yazıdır bu. Siz de buradaysanız, buyurunuz, sevgili okur!
Kitaptaki en uzun öyküden adını alan Korkuyu Beklerken’de, Atay’ın babasına yazdığı “Babama Mektup” başlıklı mektubu da dahil olmak üzere sekiz öykü yer alıyor. Her bir öyküyü birbirine bağlayan ise “tutunamayan” karakterleri. Oğuz Atay’ın “tutunamayan”ları, hayatta arzu ettiği yere varamamış ya da kendinden beklenenleri gerçekleştirememiş, bu nedenle de kendini yarışta geri kalmış ve başarısız hissederler. İçlerinde hep bir geç kalmışlık duygusu hâkimdir, bu geç kalmadan hem kendini, hem de şartları suçlarlar. Fakat, bu geç kalmışlık duygusunun sadece kariyer ve hayaller anlamında değil, sosyal ilişkilerdeki beklentiler konusunda da geçerli olduğunu eklemeli. Zira, Atay’ın tutunamayan karakterlerinin toplumun diğer fertleri ve genel olarak insanlarla ilişkileri de pürüzsüz değildir.
Aksine, “Beyaz Mantolu Adam” öyküsündeki gibi toplumdan dışlanan, alay edilen ve hatta hastalıklı muamelesi gören bir meczup olabilir bir tutunamayan. Tabi, bu dışlanmanın tek taraflı olduğunu düşünmek de yanıltıcı olur, çünkü aslında tutunamayanın kendisi de toplumu dışlamaktadır, mesela “Korkuyu Beklerken” öyküsündeki gibi, insanları sev(e)mediğini, düzene ayak uyduramadığını okura ve kendine sıkça itiraf eder. Ayak uyduramadığı o konformist düzene (mesela evli, çocuklu bir aile babası olmak gibi – Atay’ın öykülerindeki baş karakterlerin biri dışında hepsi erkek olduğu için anne dememek daha uygun düşüyor sanki) dair yer yer özlem/hayıflanma kırıntıları hissedilebilirse de bir tutunamayanın hayatta şuursuzca bir savrulma içerisinde olduğunu söylemek aslında o kadar kolay değildir. Aksine, bir tutunamayan, varlığı için dünyadan özür diler gibi bir halde dile gelebilirse de ve/ya bilinçaltının hükmedişine, varoluşsal buhranlarına kendini kaptırabilirse de, esasen farkındalık seviyesi yüksek bir kişidir. Hatta denebilir ki, ekseriyetle hayatta önemli dertlerinin başında bu aşırı farkındalık ve dolayısıyla kendini kandıramama gelir. Belki de bu yüzden, – Tutunamayanlar’ın Selim Işık’ı için de geçerlidir bu bence – “tutunamayan” olma hali üzerine düşünmenin sonunda şu soruya varabiliriz: aslında gerçekten tutunamamışlık mıdır söz konusu olan, yoksa tutunmak istememek midir baskın çıkan? Bana göre cevap sorunun ikinci bölümünde saklı, ve bu, Korkuyu Beklerken’deki sürekli kendini açıklamaya çalışan, kendini sorgulayan, yer yer kendine acıma – kendinden kuşku duyma – kendiyle ilgili endişe etme hallerinde bulduğumuz, kısaca derdi kendiyle ilgili olan/görünen karakterleri için de geçerlidir. Bütün bu sıralanan özellikler ise nihayetinde tek bir yere çıkar, o da yalnızlık.
Yalnızdır tutunamayanlar, bazen kalabalıklar arasında, kimi zaman tavan arasında geçmişi ziyaret ederken, kimi zaman ise bilinçli bir kararla eve kendini kapatma pahasına yalnızdırlar. Bu yalnızlıktan olsa gerek, – “Beyaz Mantolu Adam” öyküsündeki suskun meczubu saymazsak – her metin kendi kendine konuşmalar içerir yoğun ölçüde. Sanki yalnızlığı dışa vuran da, katlanılır kılan da karakterlerin bu kendi kendine konuşmalarıdır. Belki de, her tutunamayanın kendiyle dertleşmesine, bilinç altına atılanla yüzleşmesine farklı biçimde bir tanıklık sunar her bir öykü. Sözgelimi, “Unutulan”da kocasının kitaplarını bulmak için tavan arasına çıkıp orada rastladığı eski fotoğraflar ve unutulan sevgilinin hayaletiyle geçmişe doğru bir yolculuğa çıkan karakterin kendi kendine konuşmasında mekân metaforik bir işlev kazanırken, bir başka öyküde (“Babama Mektup”) geçmişle yüzleşme ve bugünün muhasebesi ölmüş babaya yazılan bir mektup aracılıyla yapılır. “Bir Mektup”taki gibi hiç tanımadığı bir müdüre ona dert olan dünyevi halleri kafa karışıklığı ve bir türlü sadede gelemeden gönderilmemiş bir mektupla da anlatabilir. Birilerine sesini duyurmak sanki yalnızlıktan, kendi sesini duymak ihtiyacından ileri gelir.
Bu “tutunamayan” sesleri, Atay’ın kaleminde biçemsel olarak da kendini gösterir. Yarım bırakılmış cümleler ve bolca açılan parantezlerde sürekli kendini tanıma ve tanıtmaya çalışan, mesela (özür dilerim)lerle kendini düzelten karakterlerin kafalarındaki seslerin çatışması duyulur sanki. Atay’ın öykülerinde bu çatışma her ne kadar birey üzerinden kurgulanıyor görünse de, bireyin aslında ikilikler içinde kalmış bir toplumun eseri olduğu vurgusu suratımıza çarpar. Aslında, karakterlerin tutunamamışlığı da, geç kalmışlığı da sanki bir memleket eseridir. Mesela, Oğuz Atay’ın öykülerinde her metinde farklı şekillerde cahil-aydın ikiliği ortaya çıkar. Çoğunlukla, tutunamayan karakter kendini aydın olarak tanımlarken (ki bu diğer “tutunamayan” özellikleriyle birlikte düşünüldüğünde çok manidardır), muhatap oldukları cahildir. Kimi zaman da, “Bir Mektup”taki gibi, kendi cehaletinden ya da temas ettiği kişiyi “aydın” özellikleriyle överek, kendisinin yeterince aydın olmadığına inandığı için bir aşağılık kompleksine kapılırlar.
Bu ikiliğin yanı sıra, bilinçaltına itilen imparatorluk geçmişi ile kurulan cumhuriyet rejiminin temsil ettiği değerler arasındaki uçurumun Atay’ın yarattığı “tutunamayan” karakterlerin bocalamalarında pay sahibi olduğu alt metin olarak hissedilir. Atay’ın babasına yazdığı mektupta bu zıt kutupların ailede babası ve annesi tarafından temsil edildiğini görüyoruz. O mektuptan ilgi çekici birkaç bölüm:
“Birlikte yaşadığımız günlerde, bütün beğenilerim sana karşı duyduğum tepkilerle oluştu. Sen Klasik Türk Müziği’ni ‘goygoyculuk’ olarak niteledin; Batı Müziği’ne tepkini de sadece, ‘kapat şunu’ biçiminde gösterdiğin için ben, her ikisini de sevmeyi görev saydım kendime.” (s. 176)
“Senin işin bir bakıma kolaydı babacığım. Birçok şeyi yok sayarak belirli bir düzen içinde yaşadın. Sinemaya gitmedin. Hiç roman okumadın. Zeytinyağlı enginar yemedin. Yabancı ülke özlemi çekmedin. Kimseye hediye almadın. Evde kuşkonmazdan başka bitki yetiştirmedin. Yalnız halk türkülerini sevdin.” (s. 177)
“Acaba senin de bilinçaltın var mıydı, babacığım? Bana öyle geliyor ki sizin zamanınızda böyle şeyler icat edilmemişti. Sanki Osmanlıların böyle huyları yoktu gibi geliyor bana. Senin fesli ve redingotlu resimlerini gözümün önüne getiriyorum da, bu görüntüyle ‘varoluşçu bir bunalımı’ yan yana düşünemiyorum. Aslında bizler de bir özenti içindeyiz; ama ne de olsa bu kurt içimize düştü bir kere babacığım; bazı meseleleri bu yüzden büyütüyoruz.” (s. 181)
Bu alıntılar, diğer öykülerdeki tutunamayan karakterlerin ruh dünyasına, kafa karışıklıklarına ve kendini toplum içinde bir yere konumlandırmakta zorlanışlarına da aslında ışık tutar nitelikte. Benzer şekilde, karakterlerin toplumu suçlayan, “zaten bu memlekette” diye başlayıp bireysel düzeyde “arıza” teşkil edeni ülkenin tamiri güç arızalarının bir uzantısı olarak gören halleri de yine buraya bağlanabilir.
Atay, kitaptaki son öykü “Demiryolu Hikayecileri – Bir Rüya”nın son cümlesinde o meşhur sorusunu sorar. Nerededir, sevgili okuyucusu? 1970’te Tutunamayanlar ile TRT Roman ödülünü almış olsa da, öncesinde kitabını bastıracak yayınevi bulmakta zorlanacak, bastırsa da kitapları pek fazla okunmayacaktır. Hüsranını Günlük’ünde şöyle dile getirir: “(…) Neden yazdıklarımı anlamıyorlar, neden çevrede kimse yok vs belki de anlaşılacak, önemsenecek bir şey yazmadım, yapmadım. Sadece yazı hayatı denilen çamura bulaştım, o kadar. (…)” Kitapları ancak ölümünden yıllar sonra, 80’lerin ortalarından itibaren İletişim Yayınları tarafından tekrar basılmaya başlanacak, akabinde oyun olarak sahnelenecek, eserleri üzerine tezler yazılacaktır.
Büyük projesi Türkiye’nin Ruhu’nu yazamadan, 43 yaşında hayata veda eden Atay, melankolisiyle, ironisiyle, insanı anlama ve anlatma gayretiyle ne çok ruha dokunduğuna, tavan arasında ‘unutulan’ olmadığına tanıklık edemedi belki, fakat onu okuyarak, yazarak ve tartışarak andıkça “sevgili okuyucu”sunun artık hiçbir yere gitmemecesine onunla olduğunu bir yerlerden gördüğüne eminim. Cânım Oğuz Atay, iyi ki geçmişsin bu topraklardan!
Oğuz Atay’ın sesinden tutunamayanlar yorumu
Bu yazının sesli yorumunu dinlemek için tıklayın.
[1] “Kayboluş ve Unutmak”tan, Hilmi Yavuz.
About Ays.
"kelimeler albayım, bazı anlamlara gelmiyor" ile "dürtme içimdeki narı üstümde beyaz gömlek var" arasında.
Twitter •




