Beş paragraf yazmıştım. Bir adım geri çekilip bilgisayar ekranına baktım. “Yetmez” dedim, ne kadar iyi yazsam da ederini veremeyecekmişim gibiydi. Ekip adına Hazal “Beğenmeyen Okumasın’a katılmak ister misin?” diye sorduğunda aklıma ilk Devir’i yazmak gelmişti. Bu yazı, Bir Yıl ve Minoa’yı saymazsak yazar olarak Beğenmeyen Okumasın’a ilk katkım olacaktı. Devir kütüphanemde en sevdiklerim katındaydı, Ece Temelkuran’ın yeri bende çok ayrıydı… Değerini layığıyla vermek çabasındaydım. Derken, aklıma ona yazmak geldi, birkaç kişiye e-posta adresini sordum, sonra genel kullanımlı, herkese açık adresine yazdım. İki gün sonra, biraz yorgun bir anımda çok içten bir cevap aldım.
Bu yazı -röportajdan ziyade- Devir’i, devrettiklerini, karakterleri, değer ve anlamları, 12 Eylül öncesi ve bugünü yazarından duymak, biraz da edebiyat üzerine kafa yormak üzere içten bir sohbetin ürünü. Bana yanıt verdiği o an, olumlu dönüşü ve en değerlisi, sorulara verdiği içten cevaplar için Ece Temelkuran’a ne kadar teşekkür etsem az. Hayat işveli bir göz kırptı ve yazı “tam” oldu. Buyursunlar…
Kendi adıma, köşe yazılarınızı takip ederdim, Penguen’de yazarken çok sevinmiştim, blogdaki çoğu yazınızı bilirim. Ama Devir, okuduğum ilk kitabınız. Aslında ayıplıyorum kendimi, elimdeki kitaba göre 20 yılda 13 kitap kaleme alan üretkenliğe ayıp ettiğimi düşünüyorum. Belki de Devir’le başlamam gerekti, bu sohbete sebep olması için. Size göre “benim en değerlim budur” dediğiniz kitabınız hangisi?
Ayıp mı! Yok canım. Öldükten bir asır sonra keşfedilen o kadar çok yazar var ki yaşarken kitaplarımın okunması zaten edebiyat için yeterince lüks bir durum. Hele Devir gibi bir kitap. Sanırım en olgunuyla başlamışsınız. Üstelik bir yazar yaşarken, yapıp ettikleri okurun dikkatini dağıtır, kitapla o özel, bire bir, baş başa ilişkisini bozar yazarın yaşıyor olması. Ben de henüz yaşıyorum, malum. Bir de hiç görünmeyen bir yazar değilim. Dolayısıyla insanların kitapları bazen “fazla popüler” bulup, bazen ulaştığı okur tipinden kendini ayırt etmek isteyerek bazen uzak kaçması normaldir. Hepsi kıymetli çünkü hepsi beni çıldırmaktan korudu. Çeşitli zamanlarda düşmüşken yerden kaldırdılar. Devir, ise sadece kendimi değil, ülkede kafası çalışan herkesi düştüğü yerden kaldırmak için yazmak istediğim bir şey. Bu ülkenin neden böyle olduğunun sırrına dair benim söylediklerim. Hani haberlere bakıp “Neden böyle oldu bu işler?” deyip üzülüyoruz ya, o soruya cevaptır Devir.
12 Eylül’le ilgili hikâyelerimiz çok. Ben daha geç doğdum ama ailemin, hocalarımın hikâyelerini çok dinledim. Alanım dolayısıyla okuduğum kitaplar, izlediğim filmler, belgeseller ve diziler, duyduklarım… Açıkçası hiçbiri beni Ayşe ve Ali’nin dili kadar etkilemedi. Bu “devir romanı” fikri ne zaman doğdu, nasıl başladınız?
Türkiye’nin gidişatını izlerken bir şeyin farkına vardım. Her şey kendini tekrar ediyor. 1980 darbesi öncesi olan olaylar, eğer dikkatli bakarsanız, tıpatıp bugünle aynıdır. Muhaliflere saldırıdan tutun da magazin ayrıntılarına kadar. Bizi içine alan, kavuran, işi bitince de dışına fırlatan bu zalim döngümüzü yazmak istedim. Bu kadar kutuplaşmış bir toplumda ancak bir çocuğun berrak bakışı bu karmaşayı anlatabilir diye düşündüğüm için de Ayşe ile Ali’yi seçtim. İlkokul fişi karakterleri. Hepimizin Türkçe okuma yazmayı öğrendiği ikili yani. Topu atan, koşan, okula giden fiş karakterleri. Ama aynı zamanda Ayşe ve Ali, Gezi’yi yapan çocukların atalarıdır bana sorarsanız. Deniz Gezmiş de onların abisidir. Yani zalim bir döngü var ama bizim gibi insanlar da tükenmiyor, Aliler, Ayşeler.
Devir aynı zamanda “bir hatırlatma romanı”. Özellikle ayrıntılar (biz küçük şeyler diyoruz) o kadar başarılı ki; şarkılar, Ayşe’nin anneannesi Nejla Hanım’ın kokusu, hemdem arayışı ve şarkıları, Ali’nin uçurtması, Jale Hanım Teyze’nin dergileri, Hüseyin ve Birgül’ün aşkı, Aliye Hanım’ın kardeş özlemi, topuğu kırılan ayakkabı, yere düştüğünde canı acıyan toplu iğne… İki çocuğun gözünden o günleri, o iki ayrı dünyayı sosyo-politik ve kültürel açıdan okumak sanıyorum en çok da 70’lerin sonu, 80’lerin başı doğanları etkiledi. Okuyucuların yorumları nasıldı?
Okuyanların yorumları, özellikle bizim kuşağın yorumları ne çok şeyi unuttuklarını hatırladıkları oldu. Vardı bunlar, biz iyi insanlardık, iyi insanlarla çevriliydik, her şey iyi olacak sanıyorduk. Neyse… Fakat bir roman bir roman için, bir zaman dilimi için yazılmaz. Bu ayrıntılar okurlardan Türkiye’de o dönemi çocuk ya da yetişkin olarak yaşamış olanlara mânâlı gelecektir tabii. Yakında Devir ABD’de ve Danimarka’da yayınlanacak. Bakalım onlar neler görecekler bu hikâyede. O ayrıntılar küçük şekerleri romanın, esas hikâye insanın doğası ve bu doğanın iyi mi kötü mü olduğuyla ilgili. Devir, insan doğasının iyi olduğuna inanmakta inat eden bir roman. Tıpkı Pan’ın Labirenti gibi, Hayat Güzeldir filmi gibi, ya da Persepolis çizgi romanı gibi. Bu da bizim, Türkiye’nin hikâyesi. İyi olan tarafının hikâyesi. Çünkü bilirsiniz, bir şey çürürken, sanatın işlevi o çürümenin, bozulmanın içinden güzel olan şeyi kurtarmaktır. Ben de Devir’le Türkiye’nin iyi şeylerini kurtarmak istedim kaydederek.
Elimdeki kitap Devir‘in ilk baskısından, Can Yayınları Şubat 2015’te yayınlamış. Kitabı bitirmemek için çok çaba sarf ettiğimi hatırlıyorum, bilerek araya başka başka kitaplar sokmuştum. Hatta son üniteyi benim için önemli bir mekânda bitirmek istemiştim. Açıkçası, Devir‘in okuyucuya ulaşmak konusunda hak ettiği değeri tam da görmediği kanısındayım, ya da benim çevremde okuyanların sayısı azdı. Belki de toplumun geçmişiyle yüzleşmeden çekinmesi etkendir. Siz ne düşünüyorsunuz?
Aslında bu kitabı sandığınızdan daha çok insan okudu ama Devir’le ilgili enteresan bir mesele var. Devir, örneğin Düğümlere Üfleyen Kadınlar gibi ortada dolaşıp “Okudum, şahaneydi” diye neşeyle gezeceğiniz bir kitap değil. Yuttuğunuzda epey uzun süre boğazınızda kalan ve sonuçta ne diyeceğinizi bilemediğiniz ve en önemlisi okuyan bir başkasıyla ne konuşacağınızı tam kestiremediğiniz bir roman, öyle bir duygusu var. Öyle bir duygusu olsun diye yazdım zaten. Hababam Sınıfı’nda o hüzünlü müzik neşeli müziğe döndüğünde gözünüzde yaşlarla bir hıçkırık halinde güldüğünüzde bunun hakkında konuşur musunuz? Konuşamazsınız. Devir hakkında da o yüzden konuşması zor. Çünkü o duygunun romanı. Çok Türkiyeli bir duygudur o. Siz de o yüzden bitmesin istediniz ve bu soruları sormanız romandan sonra bir yıl aldı, öyle değil mi? 1980’i ve bugünkü çamuru getirenin o seller olduğunu adlı adınca konuştuğumuz zaman boğazımızdaki o yumru da geçecek ve belki o zaman Devir daha net konuşulabilir. Ben bile bir yıl geçtikten sonra romanla ilgili bu kadar çok şey söyleyebiliyorum aslına bakarsanız.
Kuğuları ve kelebekleri ben “umut” olarak okudum; zor zamanlarda, hatta en sevdiğimiz insan ölürken bile sarıldığımız beyaz yalanlar ya da tutunma çabası gibi. Sizce kuğu ve kelebekler neyi temsil ediyor? Şu sıra, siz nelere tutunuyorsunuz?
Bir gün, herhalde ben öldükten sonra kitaplarım hâlâ okunmaya değer bulunursa olur bu, Kıyı Kitabı’ndaki Kelebek bölümünün Devir’deki kelebeklerle bağlantısını bir edebiyat doktora öğrencisi bir makale olarak yazar. Kelebekler devrimcilerdir, kuğular ise insanın içindeki zarif ve dirençli iyilik.
Kitap en sevdiğim Sait Faik şiiriyle başlıyor. Şimdiki devirden bahsediyorum, “küçük şeyleri unutmayanlar” azaldı mı? Sizce toplum olarak değiştik mi?
Yeni bir insan tipi yaratıldı. Bu sadece Türkiye’nin değil, artık dünyanın meselesi. Bu yeni insan tipi en kaba deyişle “edepsiz insan”. Edepsiz insan, bugün sadece siyaseti ve toplumsal hayatı yönetmiyor aynı zamanda bütün değerler sistemimizi alt üst ediyor, değerler sistemimize saldırıyor. Bir gün herkes anlayacak ki bunun olmasının nedeni hafızasızlık. Devir, benim bu yeni insan tipi projesine direnişimdir. “Bi’ dakka! Orada dur bakalım! Ali ile Ayşe de var. Hâlâ var!” deyişimdir. Edepsiz insana edebiyatı, edebi hatırlatma girişimidir.
Ayşe’nin annesi Sevgi Önder’e âşık, ama Aydın’la evlenmiş. Biliyorsunuz, Tarık Akan’ın vefatı sonrası Aslı Aydıntaşbaş üzerine çok konuşulan bir makale yazmıştı. Komik olacak ama gerçekten solculara âşık olup sağcı olmasa bile daha sosyal demokrat olanlarla mı evleniyoruz?
Vallahi o kim olduğunuza, nasıl bir hayata gücünüzün yettiğiyle ilgili! Bir de evlilik bambaşka bir sözleşme, devrimciliği kaldıracak bir müessese değil. Tabii öyle bir işe girişebilirsin, “Ben” dersin, “Bu müesseseyi içine girip değiştireceğim”. Kolay gelsin. Bilmem kaç bin yıllık müessese tek kişilik ya da iki kişilik devrimlerle değişmez. Evlilik çünkü sevmekle ilgili değildir. Ama devrim sevmekle ilgilidir. Ya da sevmek devrimle ilgilidir diyelim.
Yıllar önce Boğaziçi Üniversitesi’nde ders vermiştiniz. Özellikle gazeteciliğin erkek egemen bir meslek olduğunu, kimi zaman küçük kızı oynamak zorunda kaldığınızı söylemiştiniz. Ben bu durumun birçok alanda geçerli olduğu kanısındayım. Ayşe biraz da bizim kolay yanımız mı sizce? O günden bu yana kadın olarak güçlendik mi, yorulduk mu?
Güçlenmiş olabiliriz çünkü Türkiye’de kadınlara karşı tam cephe taarruz çılgınca devam ediyor. Biz de bu taarruza karşı daha dirençli olmuş olabiliriz eşyanın tabiatı gereği. Ayşe, çocuk taklidi yapan bir karakter değil. O çocuk. Bunlar iki ayrı uçtur. Kadın olarak toplumsal hayatta var olabilmek, erkek dayanışmasının içinde kendine de bir yer açabilmek için, evet, bir çok rol oynamak zorunda bırakılıyoruz. Abla, anne, yenge, askerlik arkadaşı, kızkardeş… Herkes baksın gün içinde oynadığı rollere. Kadın ve insan rolünü bu toplumsal hayata kabul ettirmek o kadar kolay değil.
Bir röportajınızda “yarından korkuyoruz” demiştiniz, bir yandan da hâlâ “merak edip yola devam etmekten başka çare yok”. Gerçekten biz ne yapıyoruz, korkularımıza rağmen devam edebiliyor muyuz?
Devam etmek bir erdem değil bana sorarsanız. Bu aralar en tiksindiğim laf “Hayat devam ediyor”. İnsanlar unuttu, hayatı durdurmak da bir direniş biçimidir. Bakın şimdi, mesela şöyle bir pasif direniş eylemi olsa. “Arkadaşlar bir hafta boyunca hiçbir şey yapmıyoruz. Gidiyoruz şehrimizin parkındaki çay bahçesinde oturuyoruz. Bağırmıyoruz çağırmıyoruz. Oturuyoruz.” Ben yokum demek de bir direniştir çünkü. Korku, korkusuzluktan başka çare kalmayınca terk etmek zorunda kalacağımız bir yanlışımızdır. Hep böyledir. Kişisel hayatta da toplumsal hayatta da.
Biraz da edebiyata dönersek, siz kimleri okursunuz? Beğenmeyen Okumasın için tavsiye edeceğiniz bir yazar ya da kitap var mı?
Genç arkadaşlar derhal Sait Faik’lerin tamamını alıp okusunlar. Benim gibi orta yaşlılar ise Coetzee’yi atlamasınlar. Ali Smith’in How to be Both son günlerde benim sevdiğim kitap. Sanırım henüz Türkçesi yok ama Türkçedeki diğer kitapları da dikkate değer. Eğer hâlâ Küçük Şeylerin Tanrısı’nı okumayan varsa muhakkak okunmalı. Mümkünse orijinalinden.
Şimdi sırada ne var? Şu sıra çok seyahat ediyorsunuz biliyorum, gelecek projeleriniz neler?
Bu ara kitapların peşinden oradan oraya gidiyorum. Şimdi sırada Almanya’da yayınlanacak Devir ve sonra İngiltere’de yayınlanacak Düğümlere Üfleyen Kadınlar ve sonra Fransa’da Türkiye: Çılgın ve Hüzünlü var. Ben kitapları yazmak için gidiyordum hep bir yerlere, şimdi yazmış olduğum kitaplar beni bir yerlere götürüyor. Yuvarlanıp gidiyoruz hasılı.
Beğenmeyen Okumasın adına teşekkürle. Ve bizde kalan iyi şeyleri kurtarabilmek dileğiyle…