
İpek Çalışlar’ın Halide Edip üzerine yazdığı biyografik eseri, 2010 yılında Biyografisine Sığmayan Kadın alt başlığı ile okuyucuya sunuldu. İlk yayımlanışının üzerinden dört sene geçmiş olan kitabı, çıkar çıkmaz hemen almış ve bir günde okumuştum. Kadının toplumsal hayattaki yerinin neresi olması gerektiği tartışmalarının neredeyse her gün yapıldığı şu günlerde kitaba yeniden baktığımda, altını çizerek okuduğum birçok anektod olduğunu fark ettim. Başka bir farkındalığım ise, bugünden baktığımda Biyografisine Sığmayan Kadın’ın gözüme dört sene öncesine oranla çok daha anlamlı göründüğü oldu. Öyle ki, bana “fıtrat da neymiş?” dedirtti.
Halide Edip’in biyografisinde hem serüven diyebileceğimiz hayatının ayrıntılı bir resmi hem de yazara ilişkin psikolojik tahliller mevcut… Gerek Halide Edip gerekse de Latife Hanım üzerine yazdığı biyografiler ile tanıdığım İpek Çalışlar’ın ise, yazdığı karakterlere mesafe koyamaması, onlarla adeta bütünleşmesi dışında kitap için herhangi bir eleştirim de yok. O yüzden gelelim meselenin özüne: Halide Edip’in hayatı. Bu anlatının önemli dönemeçlerine uğramak bize bugünün toplumsal boğuculuğunda ilham verebilir diye düşünüyorum. Zaten bu kitabı seçme sebebim de bu… Günümüzde hâlâ kadın ve erkeğin eşit olup olmadığını tartıştığımız bir Türkiye’de; Halide Edipler, Nezihe Muhittinler, Sabiha Serteller, istatistiki verilere tapan, çoğulcu değil ama çoğunlukçu toplumumuz için sadece küçük bir zümreyi temsil etseler de, çok önemliler.

Halide Edip, 1884 yılında İstanbul’da doğmuştu. Yani 1880’lerdeki lanetli mi yoksa şanslı mı üzerinde henüz çok da kesin bir kanaatimin olmadığı bir jenerasyonun temsilcisiydi. Tıpkı 1980’ler kuşağı gibi. Kendisi, tüm bir 19. yüzyıl modernleşmesine ve bu yüzyılda özellikle kız çocuklarının eğitim haklarında kat edilen ilerlemeye rağmen, kadınların mevcut toplumsal düzende ikinci sınıf vatandaş konumunda olduğu bir ülkede yaşıyordu. (Bu söylemime karşı çıkacak okuyucular da bittabi olacaktır ancak onlara tavsiyem, meseleyi hukuki metinler açısından değerlendirmeleridir.) Ancak topluma “rağmen,” zincirlerini kendi yaşamı üzerinden kırmayı başarmış, aynı zamanda başkaları da kırabilsin diye çok uğraşmış bir kadın olabilmişti.
Halide Edip üst sınıf bir aileye doğmuştu, önce evde sonra da Amerikan Koleji’nde iyi bir eğitim almıştı. Kolejin son sınıfındayken, Matematik öğretmeni olan Salih Zeki Bey ile evlenmiş, kendisinden iki de oğlu olmuştu. Çalışlar’a göre, Halide Hanım’ın bu evliliği bir aşk evliliğiydi. Ancak bu aşka rağmen, aile meseleleriyle ilgili hem kişisel hem de toplumsal önemli bir çıkışını da bu evlilikte gerçekleştirmişti. Salih Zeki Bey’in ikinci bir eş almak istemesine 1910 yılında karşı çıkmış ve ondan boşanmıştı. Yüz sene sonra televizyonlardan utanmadan “kocama, arkadaşımı tavsiye ettim” gibi salakça yorumlar yapan kadınların türemesi de tarihin bir cilvesi olsa gerek!
Halide Edip’in toplum içindeki duruşu sadece bununla sınırlı kalmamıştı. Özellikle 1908’de II. Meşrutiyet’in ilânından sonra dergi ve gazetelerde kadın haklarını savunan yazılar yazmış ve bu yazıların feminist içeriğe sahip olduğu gerekçesiyle yüksek sesle eleştirilmişti. Aslında eleştiri kelimesi biraz hafif kalır: Kendisi bir aralık öldürülme tehlikesi olduğu için İngiltere’ye gitmek zorunda bile kalmıştı. Fakat kısa süre sonra yurda dönüp, çoğunluğunu erkeklerin oluşturduğu Türk Ocağı’nda çalışmalar yapıp, kadın konusunda yazmaya devam etmişti.
İmparatorluğun hızla çöküşe doğru ilerlediği yıllarda Kadınları Yükseltme Cemiyeti’nin kuruluşunda rol almış ve kız mektepleri umumî müfettişliği yapmıştı. Birinci Dünya Savaşı’nın devam ettiği yıllarda Cemal Paşa tarafından Suriye’ye davet edilmiş, Türk Ocağı’ndan arkadaşları Hamdullah Suphi, Falih Rıfkı gibi isimlerle bölgeye gitmişti. Orada, tehcir ve savaş sebebiyle ailesiz kalmış Ermeni çocukları için bir yetimhane ve iki kız mektebinin açılışında rol oynamıştı. Yine oradayken, Dr. Adnan (Adıvar) ile evlenmişti. Kendisiyle ilişkisinin, Salih Zeki Bey ile olan evliliğinin aksine, daha çok arkadaşlıktan ve dava yoldaşlığından beslendiği söyleniyor.
Halide Edip, hem bir yazar, hem de bir çevirmen olarak eserler ortaya koyarken, bir taraftan da hem kadının hem de toplumun ilerlemesi için çaba sarfediyordu. Zaten bilinen bir yazar ve toplumsal şahsiyet olsa da, onun hayatının dönüm noktası da 1919 olmuştu. Her insanın hayatında bir kırılma noktası olduğuna inanan bir kişi olarak Halide Edip’inkinin de meşhur Sultanahmet Mitingi olduğunu düşünüyorum. İşgalleri protesto etmek için Türk Ocağı ve Karakol Cemiyeti tarafından düzenlenen ünlü mitingde “bayılacak kadar heyecanlı” olan Edip, kadın erkek büyük bir kalabalığa zaman ve mekânı aşan şu cümleyi kurmuştu:
“Hükümetler düşmanımız, milletler dostumuz ve kalbimizdeki haklı isyan kuvvetimizdir.”

1920’de İstanbul işgâl edildikten sonra hakkında idam emri çıkarılan ilk birkaç kişiden biri olmuştu. Ve bu grupta da erkeklerin arasındaki tek kadındı. Zaten bu karardan sonra da, iki çocuğunu İstanbul’da bırakarak, Anadolu’ya gidecek ve Milli Mücadele için çalışacaktı. Bir taraftan Anadolu Ajansı’nın kurulmasında büyük rol oynayacak diğer taraftan cephede çalışıp onbaşı Halide olacak, savaş alanlarındaki mezalimi anlatan kurulda yer alacaktı. Tabii tüm bu mücadeleyi de Ateşten Gömlek, Vurun Kahpeye gibi romanlarda da anlatacaktı.
Cumhuriyet’in kurulma aşamasında yaşanan bölünmeyle, muhalif kanatta yer almıştı. Eşinin kurduğu Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılması ve muhalefetin tasfiye edilmesi sürecinden sonra ise Türkiye’den ayrılmıştı. Ama İngiltere, Fransa ve Amerika’ya gittiği bu dönemde inzivaya çekildiği sanılmasın. Bir nevi sürgündeyken de Cambridge, Oxford, Yale, Columbia, Sorbonne gibi üniversitelerde konferanslar verecek ve yurt dışında en çok tanınan Türk yazarlardan biri olacaktı.
1938’de Atatürk’ün ölümünden sonra, İnönü’nün eski muhaliflerle barışma girişimi sonucunda yurda dönmüştü. İlginçtir ki, Halide Edip’in okuduğum eserlerinde İnönü genel olarak Atatürk’ten daha iyi bir şahsiyet olarak resmedilir. Toplumdaki genel duruşun aksi olan bu tutum, sanıyorum ki Halide Edip’in kişisel hayat hikâyesiyle yakından ilintilidir.
Halide Edip, İnönü tarafından görevlendirilerek, İstanbul Üniversitesi’nde Filoloji bölümünü kurmuş ve burada da dersler vermişti. 1950’de yeniden siyasete dönmek istemiş ve Demokrat Parti’den siyasete girmiş, ancak Demokrat Parti’nin adını pek de yansıtmaması üzerine istifa etmişti. Sonradan yeniden üniversitedeki derslerine geri dönecek ancak 1955’te dava ve hayat arkadaşı Adnan’ın kaybının ardından 1964’te vefat edecekti…
Sanıyorum anlattıklarım Halide Edip’in yaptıklarının yarısı bile değil. Kadın haklarının savunucusu, toplumsal bir dönüşüm adına çocuklarını bırakarak cepheye gitmiş bir anne, üretken bir yazar ve akademisyen, muhalif bir siyasetçi, erkekler arasında hayatta “ben de varım diyen,” erkekler arasında hayatta “ben de varım” diyebilmek için çoğu kez hafif meşreplikle bile suçlanmış bir kadın Halide Edip. Tüm yaşadıklarıyla ve tüm yaşadıklarına rağmen, o günlerin kadın hareketi içinde, bugünlerin ise toplumsal sıkıntıları arasında çok önemli bir şahsiyet…
Neden mi? Çünkü, kadın cinayetlerinin %1400 arttığı, kadına karşı şiddetin artık olağan karşılandığı, devletin eğitim şuralarında utanmadan karma eğitimin tartışıldığı, kadının iş yaşamında istenmediği, fakat üç çocuğun muhakkak istendiği, kürtajın bir tartışma konusu yapıldığı, hamilelerin erkekleri tahrik etmesi dolayısıyla evde vakit geçirmesinin uygun görüldüğü, kahkahadan tutun da etek boyuna kadar her şeyin sorgulandığı, sahillerde kapanın broşürlerinin dağıtıldığı, kadın ve erkeğin fıtratı gereği eşit olmadığının devletin başı tarafından söylendiği bir dönemden geçiyoruz. Sonra bir de kitaplarımızı raftan indirip, Halide Edip gibi Biyografisine Sığmayan Kadınları okuyoruz. Ve sonra şöyle diyoruz: Fıtrat da neymiş, bayım?