“Büyük insanlığın toprağında gölge yok
sokağında fener
penceresinde cam
ama umudu var büyük insanlığın
umutsuz yaşanmıyor.“
Nâzım Hikmet, 1953
“Umutsuz yaşanmıyor.” Bazı zamanlarda uzun ve sofistike laflara hiç gerek kalmaz. İki kelime sizi dost meclisinde tüm gün sürecek olan sohbetten, izlenecek bir filmden, ya da okunacak kalın bir kitaptan çok daha fazla çarpar. Çünkü o, işin tam da “öz”ünü simgeler. Ardından pek bir şey beklemezsiniz…
Evet, umutsuz yaşanmıyor. Kimimizin kafası karışık, oldukça önemli ya da gerçekten çok önemsiz bir konu hakkında kararını veremiyor, ama neye karar verirse versin, kendisi için en iyisinin olacağını umuyor. Kimimizin kalbi kırık, birisi gelsin de tamir etsin diye umut ediyor. Bıkmıyor, usanmıyor, hep bekliyor. Kimimiz, istediği şeylere bir türlü ulaşamadığını düşünüyor, ya da tam tersi ulaştığını, ama hayal kırıklığına uğradığını. “Olsun” diyor, çünkü geleceğin yine de güzel günler getireceğine dair o eksilmeyen umut hep içinde. Bazen ise parçalanmış kişisel hikâyeleri aşıyor mesele, toplumca kapkaranlık hissedip, bağırıyor, çağırıyor, ya da belki siniyoruz. Ama hüzünlerimiz tek tek yere saçılırken, gördüğümüz en ufak bir umut kırıntısını da oradan toplamak istediğimizi biliyoruz. Çünkü en basit tabir ile, insan olmak bunu gerektiriyor.
Çok ilginçtir, belki de zamanın ruhundan, bir hapishane hikâyesi bana, hayattan neler umut ederken, nelere maruz kaldığımızı, ama maruz kaldığımız şeylerden de hiç beklenmedik anda nelerin yeşerebileceğini anlattı. Hikâyenin başrolünde, Nâzım Hikmet ile Orhan Kemal var. İkisi de hem edebiyat hem de fikir adamı. Daha doğrusu, bu alanların zaten birbiri içine geçmiş olduğunu üzerine basarak gösterebilen iki şahsiyet. Fakat bizde makbul vatandaş, işinden evine, evinden işine gider, toplumsal meselelere “benim aklım ermez,” “devletim ne ederse iyi eder,” deyip pek bulaşmaz, okumaz, yazmaz, kazanır, harcar, gösteriş yapar ya; e haliyle Orhan Kemal ve Nâzım Hikmet makbul vatandaş olamadıkları için yargılanıp, yine bizde en ağır hükümler hırsıza katile değil siyasî suçlulara verildiği için hapse düşer.
Nâzım Hikmet bir gün Orhan Kemal’in bulunduğu hapishaneye nakledilir. Zaten Nâzım Hikmet ile 3.5. Yıl, Orhan Kemal’in bir nevi hapishanedeki Nâzım anılarıdır. Kitap boyunca Orhan Kemal, Nâzım Hikmet’in ne kadar da hayran olunası bir insan olduğunu anlatır. Hatta kitapta çoğu zaman – belki de anılar daha sonradan yazıldığı için – hapishane kasvetinden daha ziyade, Orhan Kemal’in coşkusuna tanıklık ederiz.
Orhan Kemal o yıllarda henüz genç bir şairdir. Nâzım Hikmet ise hep bildiğimiz üstat… Nâzım’ın kudreti öylesine büyük ki Orhan Kemal için, geldiği gün için şunu yazar:
“Hapishane idaresinin beton sofası önünde duran eşyalarını Necati gösterdi: Pötikareli bir çula sarılı yatak dengi, eskimiş bir bavul, bir sepet… Demek, o da bizim gibi herhangi bir insandı, şiirden gayri şeyler, fâni şeyler de düşünebilir, yatak dengi, bavulu, sepeti olabilirdi? Fakat herhalde o, ‘insanüstü’ bir şey, bir dâhi!”
Velhasıl, Orhan Kemal’in kurşuni olarak nitelediği o günlerde Nâzım’ın gelişi genç şair için gerçekten de bir umut olur. Orhan Kemal, yazdığı şiirler için yorum yapmasını rica eder, fakat Nâzım’a bir türlü beğendiremez. Nâzım şiir konusunda o kadar titiz ve çalışkandır ki- bir dize için bile saatlerce çalıştığı olur- karşısındaki üzülmesin diye de rol yapmaz:
“Okumaya başladım…İlk dörtlük henüz bitmemişti:
‘Yeter kardeşim yeter… Bir başkası lütfen…’
Halbuki en güvendiklerimden biriydi… İçimde bir şeyler yıkıldı. Bir başkası… İlk, ikinci, üçüncü mısranın yarısı.
‘Berbat!’
Kanım tepeme çıktı, başım döndü, ufaldım. Tekrar bir başkası…
‘Rezalet!'”
Orhan Kemal’i şiirde başarılı bulmaz Nâzım. Ama bir gün tesadüfen bir hikâyesini okur. Ve çok etkilenir:
“‘Birader’ dedi, ‘neden bahsetmediniz bundan. Siz düzyazı yazın düzyazı!'”
İşte, Orhan Kemal’in hayatının dönüm noktası, tam orada hapishanede yaşanır. O dakikadan sonra şiire değil düzyazıya odaklanır. Ve bugün de severek okuduğumuz o kitaplar, varlığını muhtemelen o ana borçludur. Nâzım bir öğretmen gibi, onu her gün çalıştırır. Kendisine Fransızca dersleri verir. Disiplinli bir eğiticidir, Orhan Kemal’in yazdığı her şeyi okur ve eleştirir. Zaten Nâzım’ı Nâzım yapan biraz da budur. Süslü laflardan hoşlanmaz; ona göre bir yazar sadece hissettiği şeyi yazmalıdır.
Hapishane günleri her şeye rağmen karanlıktır ama, her ikisi de çareyi çalışmakta bulurlar. Nâzım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları da işte bu koşullarda ortaya çıkar. “Edebiyat halkı anlatmalı, halka yakın olmalı” diyen Nâzım’ın bu kitaptaki karakterleri aslında biraz da hapishaneden insan manzaralarıdır.
Kitabın adından da anlaşılacağı üzere, beraber 3.5 yıl geçirirler. Orhan Kemal’in cezası biter, ama Nâzım’ın vaktine daha çok vardır. Son gün için şöyle yazar Orhan Kemal:
“Ve fevkalade parlak bir güneşle başlayan 26 Eylül 943 günü sabahı, onunla hapishane kapısında, hapishanede bıraktığım öteki mahpus arkadaşların hasret dolu bakışları önünde tekrar tekrar sarılıp vedalaştıktan sonra, elimde bavulum, çıktım… Evime, memleketime, bilhassa kırk günlük bıraktığım beş yaşındaki kızıma kavuşacağıma ne kadar seviniyorsam, Nâzım’dan, onun ölçüsüz dostluğundan ayrıldığım için de o kadar üzüntülüydüm.”
Orhan Kemal, hapishanede romancı olur, Nâzım ise Memleketimden İnsan Manzaraları’nı yazar. Zifirî karanlıkta küçücük bir ışık görebilir, ona tutunabilir ve onu büyütebilir insan. Çünkü insan olmak, biraz da bunu gerektirir… Hayata dair umudunuz eksik olmasın!