Benim için her şey geçtiğimiz yıl bu zamanlar, yabancı basında okuduğum bir gazete haberiyle başladı. Claudio Gatti isimli bir İtalyan gazeteci, kitapları çok satan müstear isimli bir yazarın gerçek kimliğini ortaya çıkardığını iddia ediyor ve bu iddiasını New York Review of Books ve Il Sore 24 Ore‘de yayınlıyordu. Aslına bakılırsa daha önce de benzer iddialar ortaya atılmış, kadın bilinen yazarın aslında erkek olduğu bile söylenmişti.
Açık söylemek gerekirse o sırada ilgimi söz konusu çok satan kitaplardan ziyade, meslektaşım Gatti’nin haberinin ardından doğan tartışma çekmişti. Bu gazetecilik midir? Anonim kalmayı tercih etmiş bir yazarın kimliğini ifşa etmek etik bir şey midir? Yazarın kişilik hakları ihlâl edilmiş midir? Yazılan ve okunan metni yazan kişinin kim olduğu, cinsiyeti, kökeni, sınıfı o metnin kalitesi yahut başarısı hakkında fikrimizi/yorumumuzu etkiler mi, etkilemeli midir? Kimliğini gizleyerek yazmak alçak gönüllülük perdesi arkasına saklanmış samimiyetsizlik midir?
Kafamda bu ve benzeri sorular yerlerini günlük hayatın harala gürelesine tam bırakmışken, canım arkadaşım Esra, “Ben Elena Ferrante diye bir kadının romanlarını okuyorum, bayıldım, şahane” deyiverince parçalar birleşti. O müstear isimli yazar Elena Ferrante’ydi ve artık kitaplarını okumak şart olmuştu. Ben de okudum; işte bu yazı o kitapların hikâyesidir…
Everest Yayınları’nın Türkiye’ye getirdiği Ferrante’nin şu ana kadar Türkçeye çevrilmiş sekiz kitabı var bildiğim. Ben henüz altı tanesini okuma fırsatı bulabildim ki bunların dördü Napoli Romanları (Çeviren: Eren Yücesan Cendey), biri Napoli Romanları‘nda anlatılan hikayenin çekirdeği sayılan Karanlık Kız (Çeviren: Eren Yücesan Cendey), biri de yazarın ilk romanı olan Belalı Aşk (Çeviren: Meryem Mine Çilingiroğlu).
Dört ciltlik Napoli Romanları ise sırayla Benim Olağanüstü Akıllı Arkadaşım, Yeni Soyadının Hikayesi, Terk Edenler ve Kalanlar ve Kayıp Kızın Hikayesi olarak adlandırılmış. Bir cümleyle özetlemek gerekirse Napoli’nin fakir bir mahallesinde doğan Elena Greco (Lenuccia ya da Lenu olarak da anılır) ile Raffaella Cerullo’nun (diğer herkes Lina, Elena ise Lila diye çağırır) 1950’lerde başlayıp günümüzde sonuçlanan hikayesi diyebiliriz. Ancak metnin toplam hacminin 1700 sayfa civarında olduğunu düşünürseniz bu özetin ne kadar basitleştirilmiş bir ifade olduğunu da, bu yazıda her şeyin üzerinden geçmemin mümkün olmadığını da anlayabilirsiniz.
Kitapların her biri Elena ve Raffaella’nın hayatlarının bir dönemine denk geliyor. Birinci kitap çocukluk, ikinci kitap gençlik, üçüncü kitap yetişkinlik, dördüncü kitap ise orta yaş dönemlerini anlatıyor. Bununla birlikte zaman her kitapta eşit hızda akmıyor. Örneğin bir kitapta 10 yıllık süre, bir kitapta 1 aylık bir yaz tatili anlatılıyor.
Elena ve Raffaella, sokakta bebekleriyle oynadıkları, ilkokulda okumayı yazmayı öğrendikleri günlerden itibaren bir yandan birbirlerini çok sevdiklerini söyleyen (neden bu sevgiye şüpheyle yaklaştığımı birazdan anlatacağım) bir yandan da sınırsız bir rekabet içinde yaşayan iki kız/kadın. Güzellikte, zekâda, başarıda, etkileyicilikte, sözü dinlenirlikte, beraber oldukları erkekler ya da sahip oldukları çocuklar konusunda sürekli ama sürekli diğerini kendisine mihenk taşı eyleyen, bu nedenle de yıllarını tuhaf bir özgüvensizlik, gurur ve kıskançlık karışımına gömülmüş halde, bir küs bir barışık geçiren iki kişi.
Elena sürekli Raffaella’da olup kendisinde olmayanların derdinde; Raffaella ise tam tersi. Bu nedenle kendi başarılarının tadına bile bir türlü varamıyorlar. Üstelik bunu çok sevecen ve iyi niyetli bir şekilde yaptıklarını söyleyemeyeceğim. Hatta çoğunlukla birbirlerinin arkalarından kuyu kazdıkları hissine bile kapıldım ben. Sanki o “Çok seviyorum, en iyi arkadaşım”lar hep lafta kalıyormuş gibi hissettim. Elena ve Raffaella’yı “birbirini çok seven iki iyi arkadaş” değil, bir tahterevallinin iki ucu, bir pilin iki kutbu ya da birbirinin Nemesis’i iki karakter olarak gördüm hep. “Kadın dostluğu böyle olmamalı” diye isyan ettim sürekli.
Tam da bu nedenlerden dolayı Napoli Romanları’na yapılan “feminist edebiyat” yakıştırmasını bir türlü anlayamıyorum. Sadece iyi kurgulanmış kadın karakterler üzerine kurulmuş olması bir eseri feminist yapar mı bilemiyorum. Çünkü ne kadar bağımsız ve dik kafalı olsalar da, Elena’nın da Raffaella’nın da kendilerini tekrar tekrar beraber oldukları erkekler üzerinden tanımlamalarını, bu erkekler nedeniyle birbirlerine düşman olmalarını kabullenemiyorum.
1700 sayfa boyunca defalarca (özellikle kendime daha yakın bulduğum) Elena’yı ve Raffaella’yı kolundan tutup bir kenara çekmek, “Kızım n’apıyorsun sen ya? Kendine gelsene” diye sarsmak isterken buldum kendimi. Lakin bir yandan şunu düşündüm: Belki de “Kendine gel” demek istediğim karakter aslında gayet kendindeydi. Mesele benim ondan beklentilerimin fazlasıyla yüksel(til)miş olmasından kaynaklanıyordu. Belki de aslında birileri (O ben de olabilirim tabii…) feminizmi yanlış anlıyordu. Nihayetinde bu gözler dün, sosyal medyada bazı ünlü kadınların aralarındaki bir açıklamalar ve suçlamalar savaşından doğan #KocamaDokunma etiketi altında bazı kadınların kocalarına zerre laf etmeden “öteki kadın”ı ifşa etmek için nasıl büyük bir iştahla örgütlendiğini, dahası bu harekete “feminist bir şey” muamelesi yapıldığını da gördü.
Şimdi bu doğrultuda, en başta kafamı kurcaladığını belirttiğim sorulardan en azından birini yeniden düşünme vakti: Yazılan ve okunan metni yazan kişinin kim olduğu, cinsiyeti, kökeni, sınıfı o metnin kalitesi yahut başarısı hakkında fikrimizi/yorumumuzu etkiler mi, etkilemeli midir? Örneğin bu kitaplar yine aynı kişinin elinden çıksaydı da Elena Ferrante değil Giorgio Ferrante imzalı olsaydı, yine aynı feminist gözlükle okur kadın karakterlerin kurgusunu bu kadar güçlü ve gerçekçi bulur muyduk? Zannetmiyorum… Siz ne dersiniz?
Önemli not-1: Kitaplarla ilgili yorumlarda genelde herkes karakterlerden Lenu ve Lina diye bahsediyor ama ben bu yazıda bu kadınların kitapta sürekli kullanılan takma isimlerindense gerçek isimlerini anmayı tercih ettim. Çünkü onlar, özellikle de Elena, güçlerini ortaya koymak, ciddiye alınmak istedikleri noktalarda kendilerinden hep bu isimleriyle bahsettiler. Ben de onları epey ciddiye alıyorum.
Önemli not-2: Bu kitapları okuyana kadar bilmiyordum, Napoli’de özellikle varlıklı ve eğitimli olmayan kişiler tarafından, kaba, çok ağır aksanlı, bambaşka kelimeleri olan, İtalyanca bile diyemeceğimiz bir dil konuşulurmuş. Napolili ve arka mahalleden gelen biri olduğunuz konuşmanız bu dile biraz kaysa anlaşılırmış. Kitapta bu dilin içine doğma, bu dili konuşan ebeveynlere sahip olma, doktora da yapsa sinirlenince Napoli aksanına kayma gibi travmalar çok sık vurgulanıyor. Elena ve Raffaella’nın birbirlerini ve kendilerini en sık iğneledikleri noktalardan biri de bu dil meselesi.
Önemli not-3: Hikayenin sonunda burada anlatmamayı tercih ettiğim bir şey oluyor ve bu nedenle her okuyanın sonla ilgili yorumu farklı. Acaba yazar Elena anlatıcı Elena’dan kopup kendini göstermek için bir hamle mi yaptı? Yoksa Raffaella yine perde arkasından kimsenin beklemediği bir şekilde çıkıp “Kapanışı daima ben yaparım” mesajını mı yolladı. Ben ikinciye inanıyorum, sizin yorumlarınızı beklerim.
Sevin Turan
Dört yaşındayken bir gün kendi kendine okumayı söktüğünde önce inanamadılar, sonra önüne kitapları yığdılar. O gün bugündür bir şeyler okumadan geçirdiği bir gün bile olmadı.