“A particular is being equalized with the universal.”
“Özel olan evrensel olan ile özdeşleşir.”
Bir fotoğrafın güncesini anlatırken Berger, felsefeden, müzikten, resimden ve toplumdan bahseder. Resimler aslında düşündüğümüzden ve gördüğümüzden daha fazlasını ele verirler.
“The camera completes the half language of appearances and articulates the unmistakable meaning. When this happens we suddenly find ourselves at home among appearances, as we are at home in our mother tongue.”
“Kamera görünüşlerin yarım kalmış dilini tamamlar ve yanlış anlaşılması mümkün olmayan anlamı ele verir. Böyle bir durumda kendimizi bir anda evimizde, (tanıdık) görüntülerin arasında hissederiz, sanki evimizde kendi ana dilimizde konuşuyormuşuz gibi…”
John Berger benim çok severek okuduğum başka bir kitabı yazdı: Almanya’ya Türklerin göçünü anlatan, belgesel niteliğinde yazılmış, güzel fotoğraflarla süslenmiş az sayfalı ama öz bir kitaptı bu: Yedinci Adam (A Seventh Man). G. romanı ile 1972’de Man Booker ödülünü almış olan Berger belki de ressam olarak başladığı mesleki kariyerinde, ona bir ressamın kazandırmış olduğu gözlerle, bize bakışların ve kültürlerin ve bir şeyleri görmenin aslında binbir türlü hali olabileceğini çok güzel anlatır.
Berger Bir Fotoğrafı Anlamak (Understanding A Photograph) isimli kitabında siyah beyaz bir fotoğrafa (bizim tanımadığımız insanların fotoğraflarına) tarihsel, sınıfsal ve toplumsal bir açıdan bakmamızı sağlıyor. Benim en çok aklımda kalan fotoğraflardan birisi buydu:
Bu resimde bir köydeki ufak orkestradan bahseder, takım elbisenin o zaman üst sınıfların giydiği fakat diğer sınıflar tarafından da taklit edilen bir kostüm olduğunu vurgular ve bizi bu resimdeki yüzlere bakmaya davet eder. Çoğu aslında daha ufak bir kasabada yaşayan ve aslında toprakla uğraşan köylülerdir. Sonra bizi başka bir fotoğrafa bakmaya davet eder:
Bu resimde gördüğümüz kişiler ise daha üst bir sınıftan olduklarını ve aslında fiziksel güç gerektirmeyen, hareketi kısıtlayan işler yaptıklarını belli eden takım elbiseleri giyerek poz vermişlerdir. Sonra bize takım elbisenin tarihinden bahseder, bunun üst sınıflar tarafından toprakla yahut başka türlü fiziksel hareket gerektirecek işlerle uğraşmadıklarını gösteren, katı ve kısıtlayıcı ve şık adledilen takım elbisenin ilk ortaya çıkışından dem vurur.
Che Guevara’nın fotoğrafıyla İsa’nın çarmıhtan indirilişini karşılaştırması da ayrıca dahiyane bir fikirdir diye düşünmekteyim. Bakınız:
Berger bu üç resmi karşılaştırır, benzeştirir… ölümün fotoğraf ve resimde nasıl tasvir edildiğini bize çok farklı çağları hayal gücümüzde bir araya getirmemizi sağlayarak sunar.
Fotoğrafların farklı işlevelerinden bahseder. Mesela hafızayı canlı tutuşlarından… Mesela hükümetler tarafından propoganda araçları olarak kullanılışlarından… Hafıza derken Eski Yunan inanışlarına atıflarda bulunur:
“Among the Ancient Greeks, Memory was the mother of all Muses and was perhaps the most closely associated with the practice of poetry.”
“Eski Yunan’da Hafıza tüm perilerin en başta geleniydi (anasıydı) ve belki de şiir yazımıyla en çok bağlantısı olan periydi.”
Aynı zamanda diğer yazarlarla mektuplaşmaları, diğer fotoğrafçıların hayatlarını ve resim tekniklerini anlatır. Elbette kitabı okurken diğer sanatçılara yapılan atıflara dikkatlice bakmak ve onların hayatlarına ve sanatlarına da göz atmak gerekmektedir ama kitabı okumak için daha ayrıntılı bir zaman ayırmak demektir bu. Ben bu ayrıntılı zamanı ayırmadım çünkü kitaptaki bilgiler beni fazlasıyla doyurdu ve kitabı bir ders kitabı gibi okumak istemedim. Daha güzeli onun kitaba koyduğu resimlere değişik bir bakış açısıyla bakmak istedim. Fakat ister istemez işin içine mektuplar, şairler, ressamlar, fotoğrafçılar girince, ve tüm bu sanatların birbirlerinden ne kadar beslendiği hatırlatıldıkça dünyaya dair yeni umutlar kazandım. Yeni bağlantılar kurdum. Zaten Berger de kitabında bu bağlantıları sanatla kurmamızı ve ona yakın hissetmemizi ister ve bunu başarır.
Kimi zaman şiirlerden alıntı yapar, mesela çok sevdiğim bir parça şiiri burda sizinle de paylaşmak isterim, Juan Gelman’danmış bu alıntı:
The Deluded
hope fails us often grief, never.
that’s why some think that known grief is better than unknown grief.
they believe that hope is illusion.
they are deluded by grief.*
Çevirisi:
Aldanış
Umut bizi hep yarı yolda bırakır,
Keder ise asla
Bu yüzden bazılarımız tercih ederler
Bilinen kederi bilinmeyen kedere
Umut bir yanılsamadır onlara göre
Onlar kedere aldanmışlardır.
Çeviri yeteneğimin pek de iyi olmadığını bildiğimden sürç-i lisan ettiysek affola diyorum. Ve yine kitaptan mutluluk adına bazı dizelerle devam etmek ve de bitirmek istiyorum. Bence bu dizeler de çok güzel bir anlatımı bir fotoğrafın:
“Mutlu muyum? Ben gerçekten de mutluluğun bir durum olduğuna inanmıyorum. Mutsuzluk bir durum olabilir ama mutluluk, doğası gereği bir andır. O an birkaç saniye sürebilir, bir dakika, bir saat, bir gün ve bir gece fakat hiçbir zaman bir hafta kadar uzun olabileceğini zannetmiyorum. Mutsuzluk daha çok uzun bir romana benzer. Mutluluk ise bir fotoğraf gibidir. Ve daha çok senin söylediğin şeyle bağlantılı bir şey, bir şeye hayranlıkla bakakalmak gibi…”
Hepinize mutlu mutlu anlarla dolu, binlerce güzel fotoğrafın karelerinin birleşimi olan uzun günler dilerim…
*Berger, John (2013-11-07). Understanding a Photograph (Penguin on Design) (p. 153). Penguin Books Ltd. Kindle Edition.
About sahizer samuk
Her ne kadar yıllardır siyaset bilimi ve göç gibi konularda uzmanlaşmaya uğraşmış olsam da her zaman edebiyat ile içli dışlı olmayı tercih ettim. Edebiyat bir kaçış noktası ve sığınıştır benim için. Edebiyat ile uğraştığım konuların birbirinden bağımsız olmadığını anlamam da benim için en büyük teselli oldu ve ders kitabı yerine roman yahut şiir okurken kendimi hiç de suçlu hissetmedim. Şimdiye kadar beni en çok şaşırtan romanlardan biri Suç ve Ceza'dır ve tahminimce bu hep böyle kalacaktır. Rus edebiyatına her ne kadar dünya edebiyatı adı altında olsa da ayrıca hayranlık duymaktayım. Lafı uzattım. Kusura kalmayın.
Permalink