“İstediğin kadar saksağan vur vurabilirsen ama unutma, bülbülü öldürmek günahtır.”
Bülbülü Öldürmek uzun zamandır okumak istediğim ancak bir türlü bulamadığım bir kitaptı. Bu nedenle birkaç ay önce Sel Yayıncılık’tan çıkmış yeni baskısını görünce hiç düşünmeden aldım kitabı ve okumaya başladım. Okumaya başlar başlamaz da kendimi bambaşka bir coğrafyada dolaşırken buldum. Bülbülü Öldürmek; keşke hiç bitmese dediğim, bitirdiğim gün özlemeye başladığım ve zaman zaman alıp sayfaları arasında gezinerek anısını tazelemeyi düşündüğüm bir roman. Anısı içinizde her daim taze kalan kitaplardan.
Bülbülü Öldürmek, Harper Lee tarafından 1960’da yazılmış. 1930’ların Alabama’sında geçen bu eserin içinde hayata dair pek çok ipucu bulmak mümkün. Roman temelde Scout adlı anlatıcı karakterimiz, onun kendisinden bir kaç yaş büyük ağebeyi Jem, yakın arkadaşları Dill ve avukat olan babaları Atticus’un hikayesini içermekte. Bu dört ana karakter çerçevesinde; ırkçılık, adalet, özgürlük, eşitlik, cinsiyet, ayrımcılık, büyümek ve ergenlik gibi hassas konuları sade ancak çok etkili bir dille ele alıyor yazar.
Kitap iki bölümden oluşmakta. Birinci bölümde, Scout ve Jem’in Dill ile tanışması, onunla birlikte geçirdikleri yaz tatili ve sonrasında okulun açılmasıyla başlayan süreç anlatılmakta. İkinci bölümde ise; Scout’un gözünden, haksız yere suçlanan bir zenciyi savunan babası Atticus’un yaşadıklarını, bunun çocuklara nasıl yansıdığını ve Jem’in ergenliğe girişini görüyoruz. Bu yazımda romanı özetlemekten ziyade karakterler hakkında konuşmak istiyorum. Öncelikle belirtmem gerekir ki, romanı okurken beni en çok etkileyen karakter Atticus oldu. Atticus, “iyi bir insan nasıl olmalıdır?” ve “nasıl iyi bir baba olunur?” sorularının yanıtını veriyor bize. İnsanları olduğu gibi kabul eden, onları anlamaya çalışan, yargılamayan ve çocuklarına da bunu öğütleyen bir adam. Örneğin kızı öğretmeninin kendisine davranışları nedeniyle okula gitmek istemediğinde, ona şu şekilde öğüt vermekte;
“… basit bir sırrı öğrenirsen her türlü insanla anlaşman kolaylaşır, Scout. Bir insanı anlayabilmek için o insanın baktığı açıdan bakmayı becerebilmelisin. Kendini onun yerine koyup her şeyi onun gördüğü gibi görmelisin.”
Bu aslında hepimizin bildiği basit bir kural ancak uygulama aşamasında çoğu zaman tembellik ediyoruz. Tembellik ediyoruz diyorum çünkü empati kurmak aslında düşünsel olarak zaman alan ve günümüzün ‘benmerkezci’ dünyasından uzaklaşmayı gerektiren bir süreç. Romanda da Atticus’u ve onun çocuklarını kasabalılardan ayıran en önemli özellik aslında bu. Atticus sadece çocuklarına öğüt vermekle kalmıyor aynı zamanda yaşayışıyla da onlara model oluyor. Örneğin kasabanın yargıcı gelip tecavüz suçuyla yargılanacak olan Tom Robinson’un avukatı olmasını istediğinde onu reddetmiyor. Tüm kasabanın kendisine ve ailesine cephe alacağını bilmesine rağmen bunu kabul ediyor. Hatta çocuklarının kasabalıların etkisinde kalmasından korkmasına rağmen ilkelerine sahip çıkarak bu davayı almayı kabul ediyor.
“Ama bu davayı almasaydım çocuklarımın yüzüne bakabilir miydim sanıyorsun? … Tek umudum, tek duam Jem’le Scout’un öfkeye kapılmadan bunu atlatması, en önemlisi de bunu Maycombluların alışılagelmiş hastalığına kapılmadan yapmaları. Bir siyahiyke ilgili bir şey olduğunda aklı başında insanların neden akıllarını kaçırdıklarını anladığımı söylesem yalan olur… Umarım Jem ile Scout bir cevap aradıklarında kasabada konuşulanları dinlemek yerine bana gelirler.”
Irk ayrımının çok derinden hissedildiği yıllarda Alabama bölgesinde böyle bir cümleyi kurabilmek gereçekten cesaret ve dürüstlük gerektirir. Atticus Finch aslında bize en temel insan hakları kuralını hatırlatıyor. Renkleri, dilleri, dinleri, cinsiyetleri, cinsel yönelimleri, ırkları ne olursa olsun bir insanı diğer bir insandan üstün kılacak hiç bir neden yoktur.
Atticus dışında romanın anlatıcısı olan Scout da sizi okurken etkileyen karakterlerden. Olayları ve hayatı onun bakış açısından görmek, “büyük”lerin algısındaki kusurları daha net fark etmemize yarıyor. Çünkü herhangi bir içten pazarlık ya da hesap olmadan, masum ve düz bir çocuk bakışı ile olaylara bakıldığında aslında her şey olduğundan çok daha basit ve çözülebilir görünüyor. Romandaki en etkileyici sahnelerden biri de bahsettiğim çocuk masumluğu üzerine. Mahkemede Tom Robinson’un davalı tarafın avukatı tarafından sorgulanması sırasında Dill kendisini kötü hisseder ve Scout ile mahkeme salonunun dışına çıkarlar. Dill’in kendisini kötü hissetmesinin sebebi aslında davacı avukatın sanık Tom Robinson’la konuşma tavrının iticiliğiydir. Dill, hiç kimsenin bir başkası ile bu şekilde konuşmaya hakkı olmadığını bilmektedir. Hatta dışarda karşılaştıkları Bay Raymond da bunun farkındadır ve onlara şöyle der:
“ Çünkü sizler çocuksunuz, anlayabilirsiniz… Olup bitenlere şu oğlanın henüz aklı ermiyor, biraz daha büyüsün midesi de bulanmaz, ağlamaz da. Belki de her şeyi doğru bulmasa bile ağlamaz. […] Bazı insanların hayatlarını bazı insanların hiç düşünmeden cehenneme çevirmesine ağlamazsın. Siyah insanların hayatlarını beyaz insanların, bir an olsun onların da insan olduklarını düşünmeden cehenneme çevirmesine ağlamazsın.”
Ben bu yazıda çocuk masumluğuna güzelleme yapma amacında değilim. Ancak şu parantezi açmadan da geçmek istemiyorum; sadece roman üzerinden kendi hayatıma baktığımda pek konuda ‘hissizleşme’ye başladığımı üzülerek fark ettim. Artık bir savaşta anlamsızca hayatını yitiren bir insan için samimi olarak eskisi kadar üzülemiyorum. Bunu bir özeleştiri, masumiyet kaybı, hisssizlik hatta kötülük olarak okuyabiliriz. Öte yandan temel bir savunma mekanizması olarak da kabul edip üstünü örtebiliriz. Hangisinin doğru ve olması gereken olduğunu açıkçası ben bilmiyorum. Her sabah gazeteyi açıtığımda, internette dolaştığımda karşıma çıkan pek çok ‘ağlanması gereken’ haberle karşılaşıyorum ve bunların sadece marjinal olanlarına gözlerim dolabiliyor. Gittikçe o ‘marjinal’in önüne ‘daha’, bir tane daha ‘daha’ eklemek gerekiyor. Köreliyoruz. Bu parantezi daha da uzatmadan kapatıp kitaba dönmek istiyorum.
Roman hakkında daha söylenebilecek çok şey ve anlatılması gereken çok karakter var. Ancak onların hepsini burada yazmak romanı okumak isteyenlere haksızlık olabilir. Yine de eser hakkında birkaç bilgi vermeden yazımı sonlandırmak istemiyorum. Roman 1960’da yayımlandıktan sonra 1962 yılında sinemaya uyarlanıyor. Atticus karakterini oynaması için teklif ilk olarak James Staward’a gidiyor ancak Staword rolu “fazla liberal” bulduğundan kabul etmiyor. Rolün ikinci teklif edildiği kişi olan Gregory Peck ise okur okumaz kabul ediyor ve oyunculuğuyla “En iyi Erkek Oyuncu” Oscar’ına sahip oluyor. Film bunun dışında uyarlama dalında da Oscar’a sahip oluyor. Bir diğer ilginç bilgi ise, Harper Lee ve Truman Capote hakkında. Herper Lee ve Capote çocukluk arkadaşları ve romandaki Dill karakteri de Capote’den esinlenerek yazılmış. Bülbülü Öldürmek Harper Lee’nin tek eseri, daha sonra herhangi bir roman yayınlamamış yazar; hatta sırf bu nedenle magazin kulislerinde “acaba romanı Truman Capote mi yazdı?” şeklinde dedikodular da dolaşmış. Ancak böyle bir şey yok. Ayrıca roman 1961 yılında Pulitzer Ödülü’nü de kazanmış.
Sonsöz olarak şunu söylemek isterim ki, bu eser her insanın okuması gereken bir roman. Ben okumak için geç kaldığımı bile düşündüm. Biliyorum okuduğum çoğu kitabı tavsiye eden biriyim ancak bu roman kesinlikle bambaşka. Hatta en sevdiğim romanlar listesine tepeden giriş yaptı. İlk fırsatını bulduğunuzda okumalısınız.
“Yalnızca tek bir insan türü varsa, o zaman neden hiç geçinemiyorlar? Hepsi birbirine benziyorsa, niçin özel bir çaba harcayarak birbirlerini aşağılıyorlar, Scout, galiba bir şeyleri anlamaya başlıyorum. Galiba Öcü Radley’in bunca zamandır evden çıkmamasını anlamaya başlıyorum… Dışarı çıkmamak istediği için evde kalıyor.”
About Merve Apaydin
sadece ne aradığını bulmaya çalışan, "ruhu pijamalı" kız çocuğu.
//
Elime aldığım ve yarım bıraktığım kitaplardan biri de Bülbülü öldürmek oldu. Nedense bir türlü sevemedim. Ne kadar zorlasam da zorlayayım kitabın 200 sayfasını okuyabildim. Mesela Orhan Pamuk kitaplarını da okumak istemiyorum. Kısacası yazık oldu bülbüle…
//
harika her kese tavsiye ediyorum
//
Çok güzel yazmışsın teşekkür ederim,projemde yazından yararlanacağımı belirtmek istedim
//
bu kitabı yarım bırakıyorsan sen git 17yaşımsın filan oku hayatımda okuduğum en güzel kitap?
//
Ben o kadar alıştım ki bu dünyaya kitabı bitirdiğim andan beri depresiyadayım.Keşke bitmeseydi.Çok güzel 1 kitab
//
Abi müthiş yahu… İste aradığım yayalar bunlar 20. y.y. edebiyatına roman tekniklerine ba-yı-lı-yo-rum.
//
Harper Lee çok temel birkaç noktaya değinmiş bu yazıda. Önyargı ve oluşturdukları yapay engeller. Bu engellerle nasıl mücadele edilmesi gerektiği ve bunların aslında ne kadar da basit kırılabilir şeyler olduğunu göze sokmuştur. Hemen hemen her gün bir yerlerde karşımıza çıkan Alexandra Hala’nın tulum detayı aslında bu gerçeği yüzümüze vuruyor. Her ne kadar da insanların kendilerini birbirinden ayrıştırdıkları yapay engellerin kalkması için zaman olsa da bunun mümkün olabileceğini gösteriyor Atticus.
//
Kesinlikle. Aramıza koyduğumuz ya da koyulan her engel bir şekilde “inşa edilmiş”. Bu sanal engelleri aşmayı denediğimizde aslında ne kadar da ortaklaştığımızı görebiliyoruz.
Katkınız için teşekkür ederim.