Distopik roman Damızlık Kızın Öyküsü (The Handmaid’s Tale), ilk kez 1985’te yayınlanmış olsa da, satışları ABD’de Donald Trump’ın başkan seçilmesinden sonra hızla arttı; ve bu artış boşa değil.
Tüyler ürpertici seviyede ileri görüşlü bir eser olan Damızlık Kızın Öyküsü, ataerkil teokrasiyle yönetilen Gilead’da geçiyor. Buradaki kadınların bütün hakları ellerinden alınmış. Doğurgan olan birkaçı da yönetici sınıfın çocuklarını doğurmaları için seks köleliğine zorlanıyor. Bu karanlık püriten toplumda, papazlar, rahibeler, feministler, isyancılar ve geleneksel cinsiyet ya da toplumsal cinsiyet normlarına uymayan herkes çok ağır bir biçimde cezalandırılıyor. Ceza ya Koloniler’e sürgüne gönderilmek ya da halkın gözünün önünde asılarak idam edilmek. Hikâye ne kadar mantıksız görünürse görünsün, yazar örneklerini gerçek tarihi olaylardan aldığını ifade ediyor. Dahası Trump, geçtiğimiz kasım ayında başkan seçilmeden önce bile kitabın yazarı Margaret Atwood, İngiliz The Guardian gazetesine, Trump’ın kampanyasının etrafını saran kadın düşmanı, ırkçı, homofobik/transfobik atmosfer ışığında düşünüldüğünde, romanında anlattıklarının “gözlerinizin tam önünde gerçekleştiğini” söylemişti.
Atwood’un “spekülatif kurgu” olarak tanımladığı eseri, çok sayıda edebi ödül kazandı. Kitap sayısız öğrencinin ödevlerine konu oldu, hatta ABD’nin Teksas eyaletinde bir lisede “cinsel içeriği ve Hristiyanlara saygısızlık içermesi” nedeniyle yasaklandı. Dahası 1990’da filme çekilmesine, bir opera, bir bale, bir de bu ağustosta tamamlanacak çizgi roman uyarlaması olmasına karşın, ABD’nin dijital platformlarından Hulu üzerinde 26 Nisan’da yayına giren dizi uyarlaması sayesinde Damızlık Kızın Öyküsü, hem popüler kültürün hem de siyasi zeitgeist‘ın bir parçası oldu.
Dizide hikâyenin anlatıcısı ve başkarakteri olan Offred’i Mad Men‘den tanıdığımız Elizabeth Moss canlandırıyor. Offred’in kendisiyle birlikte kaçırılan ve damızlık kız olmaya zorlanan en yakın arkadaşı Moira rolünde, akıllarda Orange Is the New Black‘le yer etmiş Samira Wiley var. Offred’in zamanla yakınlaştığı ve sonrasında toplumsal cinsiyet kurallarına uymadığı için cezalandırılan arkadaşı Ofglen’i ise Gilmore Girls‘ün yıldızı Alexis Bledel canlandırıyor. Dizi, bütün iyi distopyalarda olduğu gibi, toplumdaki sorunlara ayna tutuyor ve izleyicileri çok geç olmadan uyanıp harekete geçmeleri konusunda uyarıyor.
Amerikan Teen Vogue dergisi, aynı zamanda Hulu’nun dizisi için danışmanlık yapan Atwood’la bir araya geldi ve uyarlamayla ilgili fikirleri, hikâyeyi yazarken ilham aldıkları ve Damızlık Kızın Öyküsü‘nün neden Donald Trump çağında her zamankinden daha yerinde olduğuyla ilgili görüşlerini aldı.
TV: Televizyon uyarlaması hakkında nasıl hissediyorsunuz?
MA: Çok tuhaf hissediyorum çünkü biz bu projeye başladığımızda Sayın Trump henüz seçilmemişti. Ancak seçildiği günden bu yana ilgide çok büyük bir artış oldu. Gerçi seçim zamanı sosyal medyada konuşuluyordu, insanlar çoktan “Margaret Atwood’un kurgusunu gerçek yapmayın” demeye başlamışlardı. Ama o dev kadın yürüyüşünde…
TV: Siz yürüyüşe katıldınız mı?
MA: [Gülüyor] Evet, Toronto’da. Pembe bir şapkam vardı. İtiraf ediyorum şapkamı kendim örmedim, kulaklı şapkalardan da değildi ama pembeydi. Yürüyüşte insanlar “Margaret Atwood’un yeniden kurgu olmasını sağlayın”, “Damızlık Kızın Öyküsü bir kullanım kitapçığı değildir” yazılı pankartlar taşıyorlardı. Epey etkileyici…
TV: Kitabı yazdığınız döneme geri dönersek, size ilham veren şey ne oldu? Fikirlerinizin kaynağı neydi?
MA: Üç farklı kaynak vardı. Birincisi 17’nci yüzyılın Püriten Amerika’sı. Bu nedenle olaylar bir din okulu olarak kurulmuş olan Harvard’da geçiyor. Kitaptaki her binanın gerçek hayatta da bir karşılığı var. Komutan’ın evi olarak kullanılan bina hariç ki o da sonradan yıkılmış bir bina. Diğer hepsi Harvard’da var. Üniversite baştan bundan memnun olmamıştı ama sonradan onlar da kabullendiler. Dahası böyle bir rejimi sadece eski bir din okulunda değil, aynı zamanda günümüzde liberal demokrasinin kalelerinden biri olarak görülen bir yerde konumlandırmak da ilginç oldu. Her şey olduğundan farklı amaçlar için kullanılabilir, ki kullanıldı da. Her şey yaşanabilir. Ben şu yaşımda böyle bir şeyin burada olamayacağına asla inanmadım. Çünkü şartlar olgunlaşırsa her yerde her şey olabilir.
Bu birinci kaynaktı. İkinci kaynak benim bol bol bilimkurgu ve 1984 gibi distopyalar okumamdı. Bu tür kitapların kahramanları o dönemlerde erkeklerdi. Böyle bir topluma bir kadın kahramanın gözünden bakmanın ilginç olacağını düşünmüştüm.
Üçüncüsü de o dönem gazetelerde sıkça yazıldığı üzere insanların feminizmden rahatsız olması ve ellerinde güç olsa neler yapabilecekleriydi. (Bu konudaki gazete kupürlerini biriktirdim. Toronto Üniversitesi Thomas Fisher Nadir Kitaplar Kütüphanesi’nde ‘Damızlık Kızın Öyküsü kupürleri’ dosyasında bulabilirsiniz.)
Romanıma gerçekte yaşanmamış hiçbir şeyi koymayacağım için çok fazla araştırma yaptım. Çokeşlilik ve ibadethane kuralları ve kadınlarla ilgili kurallar ve böyle şeyler ama aynı zamanda insanların iktidar sahibi olsalar neler yapacaklarına dair söyledikleri şeyler… Hepsi orada. O zamanlar bile insanlar “Breh breh, bunlar asla olmaz” diyordu. Ben öyle demiyordum. Dolayısıyla 80’lerde ben kitabı yazarken gelen tepkiler, 70’lerin feminizmine karşı bir duruşun mahsulleriydi.
TV: Hikayeyi neden büyüdüğünüz ve şu anda yaşamakta olduğunuz ülke Kanada yerine ABD’de geçecek şekilde yazdığınızı anlatır mısınız?
MA: Yakın zamanda da gözlemlediğimiz üzere, Kanada, bir mutlak totaliter rejime kolay kolay teslim olmuyor. Bunun sebebi kısmen toplumun çok farklı gruplardan meydana geliyor olması. Böyle bir şeyi destekleyecek yeterli sayıda insan bulamazsınız. Nüfusun üçte birinin davaya yürekten inanması lazım. Ya da oportünist olması. Böyle bir şeye karşı Quebec kuvvetle direnir. Kanada tarihsel olarak sığınılan bir ülkedir. Bu nedenle Damızlık Kızın Öyküsü‘nde kaçanlar Kanada’ya gidiyor. İnsanlar şu anda da, tarihsel modele uygun bir biçimde, Kanada’ya kaçıyor.
Böyle şeyleri uyduramazsınız. Yani uydurursanız insanlar, “Ne karanlık ruhlu bir insansın” diye düşüneceklerdir. Halbuki ben gayet neşeli, mutlu bir insanım. Ama bunların hepsi yaşandı, öyle ya da böyle…
TV: Karakterler için ilhamınız neydi? Offred karakterini nasıl geliştirdiniz?
MA: İnsanlar bana Offred’in neden daha dirençli olmadığını sordu. Neden öyle değil, neden böyle değil? Neden protestolar düzenlemediler? Totaliter ve otoriter rejimler protestoculara ateş açar. Bakınız Tiananmen Meydanı, bakınız Arap Baharı. Bakınız protestocuları acımasızca vurdukları Nazi Almanyası. Beyaz Gül grubunu bilir misiniz? Basitçe söylemek gerekirse, et kancalarına asılarak cezalandırılmışlardı. Duvara asılan rahibe gelince, Karmelitlerin Diyaloğu’nu hatırlamanızı isterim. Dolayısıyla protesto bir seçenek olmaktan çıkar. Tarihte olduğu gibi bir yeraltı hareketi yaşanır. Quaker’lar kölelik için olduğu gibi, burada da devreye gireceklerdir ve girmişlerdir. Kölelik döneminde kölelerin okuması yasak olduğu gibi bu dönemde de kadınların okuması yasaklanır. Özetle örneklerimi gerçekte olan şeylerden aldım. Üstelik böyle bir rejim diğer tüm dinleri de yasaklar.
TV: Başlarda, gelecekte olacaklara işaret eden bir sahne var: Ofglen, Offred’e işlerini hallettikten sonra eve dönerken nehir kıyısından yürümelerinin bir sakıncası olup olmadığını soruyor. Yetkililerin infaz edilenleri sallandırdığı duvarı görmek istiyor. Duvara yaklaştıklarında, Ofglen asılmış bir LGBTQ bireyin cansız bedeninden çok etkileniyor. Biraz bu sahneden ve günümüzün olayları ve kültürüyle nasıl örtüştüğünden bahseder misiniz?
MA: Tabii ki… Cinsiyete ihanet. Dizide Ofglen bununla suçlanıyor. Ve şu an böyle şeyler hakkında yazılar yazan insanlar var. Çoğunlukla translar hakkında yazıyorlar, ihanet de demiyorlar ama kabul de etmiyorlar. Trump yönetiminin transları koruyan yasaların iptali için neler yaptığını gördünüz. İnsanların buna neden bu kadar takık olduğuyla ilgili fikrimi de sorarsanız, çünkü rolleri sorgulanıyor. Bir kişi kadınken erkek ya da erkekken kadın olabiliyorsa, bu onları ne hale getiriyor? Otoritelerinin kaynağı ne? Bazı şeyler bu kadar oynak olunca, güvensizlik hissediyorlar.
TV: Sizce Gilead, başka yerlerin başka zamanların metaforu mu?
MA: Eh, evet, başka yerler ve zamanlar benim kaynağım. Dolayısıyla elbette totaliterlikle ilgili ulaşabildiğim her şeyi değerlendirdim. Örneğin, Çavuşesku’nun Romanya’sında zorunlu doğum uygulamasının felaket sonuçları oldu çünkü bebeğine bakacak parası olmayan kadınlar doğum yapmaya zorlandı. Ve benim bunu değerlendirmem lazım çünkü bu Trump rejiminin de yaptığı şey. Hamile kadınların sağlığı için ayrılmış finansmanı iptal etmek. Gilead’da durum bundan daha iyidir. En azından orada yeterince yiyecek alabiliyorlar. Şaka yapmıyorum. Yiyecek alacak ve doğum masraflarını karşılayabilecek parası olmayan kadınlara zorla doğum yaptırıyorsunuz. Peki elinize ne geçecek? Elinize geçecek şey bir sürü ölü insan. Bence buna çok tepki gelecek. Ümit ediyorum ki gelir. Görün, bakın! Birileri doğum yaparken sağlık yardımı alamadığı için ölen kadınlar için internette bir sayaç başlatacak.
TV: Gilead’da kadınların hakları olmadığı için maaşlı işlerde çalışmalarına, mülk edinmelerine ya da banka hesabı açmalarına izin yok. Bu özellikle Offred’in banka kartının reddedildiği sahnede çok net bir biçimde ortaya çıkıyor. İzleyicilerin ve okuyucuların buradan nasıl bir mesaj almasını umuyorsunuz?
MA: Wikileaks CIA’in hack’leme araçları konusunda bir yığın belge yayınladığında fark ettiniz mi bilmiyorum, ama kredinizi göz açıp kapayıncaya kadar kesebilirler. Bir anda parasız kalabilirsiniz. Henüz bu aşamaya geldiğimizi düşünmüyorum ama belli mi olur? Evet, ellerinde araçları var ve evet, fişinizi çekebilirler. İnsanlar her şeyin dijital olması gerektiğini, kağıt paradan kurtulmamızı savunuyor. Hayır yapmamalıyız! Bence Offred ve Moira’nın kahve almaya gittiği ve kartının çalışmadığı o sahneyi çok zarif bir biçimde çekmişler. Geri dönmelerini sağlamak için yapacağınız şey bu olurdu, para bulmalarını imkânsız kılmak.
TV: Seyircilerin diziden ya da kitabınızdan ya da ikisinden birden ne mesaj almasını umuyorsunuz?
MA: Ümidim düşünmeleri olur. Ve, “Nasıl bir dünyada yaşamak istiyorum?” demeleri… Eğer o dünyada yaşamak istemiyorsam, o tarafa meyilli görünen herhangi bir uygulama karşısında bir tavır almalıyım.
Kitap piyasaya ilk çıktığında İngilizce konuşulan üç ayrı ülkede, üç ayrı tepki aldı. İngiltere’de çok beğenildi çünkü orada insanlar 17’nci yüzyılda din kaynaklı bir iç savaş yaşamıştı ve bir daha aynı şeyleri yaşamaya hiç niyetleri yoktu. Kanada’da, Kanadalıların o kaygılı tavrıyla, “Burada da olabilir mi?” diye sordular. Kanadalılar her zaman orada da olup olamayacağını sorgular. Merak ede dursunlar, yakın zamanda bizim de bu işlere ucundan bulaşan bir başbakanımız vardı. Öte yandan ABD’de, 1985’te bile insanlar, “Ne kadar zamanımız kaldı?” diye soruyorlardı.
TV: Ya şimdi?
MA: Şimdi, “O günler geldi” diyorlar.
Röportaj: Elizabeth Warkentin/Teen Vogue
Sevin Turan
Dört yaşındayken bir gün kendi kendine okumayı söktüğünde önce inanamadılar, sonra önüne kitapları yığdılar. O gün bugündür bir şeyler okumadan geçirdiği bir gün bile olmadı.