Sonda belirtmem gerekeni başta söyleyeyim: bu, mutsuzluk ve tatminsizlik duyguları içinde yazılmış bir inceleme yazısıdır, Sevgili Okur. Söz konusu memnuniyetsizliğim tek bir kitap ekseninde görülebilirse de aslında bir kitabın sınırlarını fazlasıyla aşan konulara değinme fırsatı sunacağı için “Beğenmeyin, Okumazsınız!” diyebileceğim bir kitap üzerine yazmayı göze alıyorum. Tavsiye etmediğiniz kitabın yazısını neden okuyalım diyenler için de, kitaptan ziyade, bir kitaptan beklemezken bulduklarınız ile beklerken bulamadıklarınız arasındaki o uçurumun doğasını merak edenlere bir cevap sunmayı amaçladığımı belirtebilirim. Elbette, kimsenin emeğine saygısızlık etmeden ve fakat bir yazarın/akademisyenin el attığı işin hakkını vermesini de bekleyerek…
Nigar Pösteki’nin, üçüncü baskısı Umuttepe Yayınları’ndan çıkan 1990 Sonrası Türk Sineması adlı kitabı, uzun zamandır okunacaklar listemde olan ve “1990 sonrası Türk Sineması” şeklinde dönemsel bir arama yaptığınızda karşınıza çıkan az sayıda kaynaktan birisi olması nedeniyle bende özellikle merak uyandırmış bir kitaptı. Az sayıda kaynak derken, 1990 sonrasında üretilmiş filmlerin belli temalar üzerinden biraraya getirildiği ya da yönetmen sineması gibi kategoriler düşünülerek yazılmış derleme kitaplardan bahsetmiyorum. Bir ülke sinemasının bir dönemine odaklanan ve o dönemin film üretimini toplumsal, kültürel ve siyasal bağlama oturtarak bir çerçeve içinde sunan inceleme eserlerinin sayısını düşündüğümüzde, Pösteki’nin kitabının başlı başına bir iddiası olduğu ve heyecan uyandırması sanıyorum ki şaşırtmamalı.
Dört bölümden oluşan kitapta Pösteki, ilk olarak 1980’lerden itibaren Türkiye’de yaşanan siyasal ve ekonomik alandaki gelişmeler, bununla birlikte bu değişimin gündelik hayattaki yansımaları üzerine “bilgiler” veriyor, toplumun değişen yüzü üzerine gözlemlerini aktarıyor. “Türk Sineması’nın Sorunları” başlıklı ikinci bölümde ise 90’larda ve 2000’lerde sinema üretiminin önünde engel teşkil eden finansal sorunlara değiniyor. Pösteki’ye göre, en büyük sorun, Türkiye’de sinemanın endüstrileşememiş olması ve daha da önemlisi denetleyici/yönlendirici konumdaki bir Sinema Kurumu’nun var olmaması. Bu ihtiyacın ne kadar elzem olduğunu yazarının dilinden duymak isteyenlere sonuç bölümünden bir alıntı:
“Türk sinemasının bir Sinema Kurumu’na ihtiyacı bulunmaktadır. Böyle bir kurum var olan karmaşayı ve çok başlılığı ortadan kaldırabilecektir. Bir ulusal sinema merkezinin kurulması sinemamızın hep gündeminde olmasına rağmen bir turlu gerçekleştirilememiştir. Projelerin desteklenmesinden telif haklarına, sansürden sinemanın üretim sorunlarına kadar her konuda düşünce platformu oluşturabilecek böyle bir kurumun kurulması için çalışmak gerekmektedir.” (s. 181)
Bu kurumsallıktan ve denetleyici mekanizmadan yoksun olma sansür ve yapımların finanse edilmesi de dahil olmak üzere var olan bütün sıkıntıların kaynağı yazara göre. Dolayısıyla, sinemanın ihtiyacı olan gençlik iksiri de böylesi bir kuruma sahip olmaktan geçiyor. Üçüncü bölümde, 1990’li yıllardan sonra üretilen filmlere tematik gruplandırmalar yaparak (suçlu filmleri, politik filmler, kadın filmleri, beyaz sinema vb) öne çıkan filmlerle ilgili üç-beş satırlık konu özeti yapmakla yetiniyor. Dördüncü bölümde ise 1990’lardan itibaren sinemaya katkısı olmuş yönetmenlerden kuşaklarına göre ayırarak (Yeşilçam dönemi, Yeni Kuşak, Orta Kuşak ve TRT kökenliler seklinde) ansiklopedik bilgi tarzında bölümlerle bahsediyor. Sonuç bölümü ise, yazarın kitap boyunca değindiği konulara madde madde tekrardan vurgu yaptığı, Türk sinemasına dair savunduklarının özeti niteliğinde bir bölüm.
1995 yılında Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-TV Sinema Bölümü’nden mezun olmuş Nigar Pösteki’nin Umuttepe Yayınları’nın internet sitesinden ulaşılabilecek özgeçmişindeki bilgilere göre, yazar TRT İstanbul Televizyonu Drama ve Kültür Programları Müdürlüğü’nde Yönetmen Yardımcısı olarak çalışmış. 2000 yılından bu yana da Kocaeli Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, Sinema ve Televizyon Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalışmakta. Ve üniversitede, Türk Sineması, Senaryo Yazımı, Film Eleştirisi ve Analiz, Genç Türk Sineması, Türk Sineması Sosyolojisi, Sinema ve Toplumsal Değişme gibi dersler vermekte.
Kitabın içeriği ve yazarının bir akademisyen olduğu bilgisini, başlığın yarattığı beklentiye eklediğimizde, kitap boyunca yaşadığım tecrübenin maalesef hayal kırıklığı olduğunu söylemeliyim. Eminim ki, yazarımız öğrenciler yetiştirmiş, sektöre sinemacılar da kazandırmış, alan konusundaki bilgisi tartışılmayacak bir akademisyendir. Dolayısıyla, yazarın kimliği değil, üslubu üzerinden ve ortadaki esere odaklanarak düşüncelerimi aktaracak olursam, kitabın sorunlu bulduğum en göze batan yönünün analizden yoksunluğu olduğunu söyleyebilirim. Kitap bilgi içermiyor demek haksızlık olur, istatistiksel bilgiler de dahil olmak üzere bilmediğiniz konulara dair bir fikir edinmenizi sağlayan yanları mevcut kitabın. Bir nevi, uzayıp giden bir Wikipedia sayfasında saatler geçirmişsiniz duygusuna kapılabilirsiniz sonrasında. Eğer sadece, bu anlamda bir analiz ya da eleştirel bakış yoksunluğu söz konusu olsaydı bu metinle derdim bu kadar büyük olmazdı. Sorun, Türkçe akademik tonda bir yazı yazan, okur tarafından dikkate alınmak isteyen ve okura bilgi vadeden bir yazarın konuya yaklaşımındaki taraflılığın aslında konunun önüne geçtiğini görmek. Pösteki, 1990 sonrası Türk Sineması’na belirli mesafeden yaklaşan, durumu bütün yönleriyle ortaya koyup kitabı okuyanda yeni ufuklar açan bir durum değerlendirmesi sunamıyor ya da sunmuyor. Pösteki’nin dilinde buyurgan, durumu tanımlamaktan ya da teşhis etmekten (“descriptive” olmaktan) ziyade nasıl olması gerektiğini anlatan, sürekli üstten bir dille meseleye yaklaşan (“prescriptive”) bir üslup suratımıza çarpıyor. Analiz bekleyen okur, sürekli birileri ya da bir şey adına konuşan (mesela kendi adına ya da Türk halkı adına, bir dönem adına, Türk sineması adına ya da sadece sinema adına) bir anlatıma maruz kalıyor. “–Melidir/-malıdır” tarzında ifadelerden tutun da, asla ne manada kullandığını anlayamadığımız kavramları havada uçuşturarak nutuk atıyor adeta yazar. Mesela, “kültür” kelimesi bunlardan sadece bir tanesi:
“Radyo, plak endüstrisi, sinema, 1968’ten sonra televizyon gibi araçların önem kazanmaya başlamaları, yeni bir kültür yapısının şekillendiricisi olarak ortaya çıkmaları sonucunu doğurmuştur. Kitle kültürü, pazarın isteklerine göre oluşmuştur. Ancak hızla sanayileşen, büyüyen bir toplumun kültürü aynı hızla gelişememiştir. Bu nedenle de hayatın her yanına yansıyacak bir ‘arabesk kültür’ oluşmuştur.” (s. 21)
“1990’larda Türk sineması klasik Yeşilçam geleneğinden iyice uzaklaşmıştır. Amerikan filmlerinin dinamizmine yaklaşan filmler görülmektedir. Genç bir yönetmen kuşağı devreye girmiştir. Bunun sonucunda anlatımda, temalarda, kamera hareketleri ve aksiyonda değişiklikler göze çarpmaktadır. Seyirci ile tekrar salonlarda buluşan filmler yapılmıştır. Ancak sinemanın kamuoyunu etkileyen bir tartışma alanı olabileceği unutulmuştur. Zaten eğitim seviyesi düşük, kültürel alanda karmaşa yaşayan bir ülkenin sineması olarak entelektüel ve ahlaki krizden payını alan Türk sinemasının bu unutulmuşluğu hatırlatacak takati de yoktur.” (s. 184)
Bu iki alıntıda da görüleceği gibi, yazarımızın okuyana sorular sorduran bir yanı var. Mesela, yazar hangi “ahlaki kriz”den bahsetmektedir? Ya da o oluşan arabesk kültür ne menem bir şeydir? Kültürel alanda yaşadığımız karmaşa ya da eğitim seviyemizin düşüklüğü de nedir? Tabii bütün bu sorular okurun aklından sıra sıra geçmek zorunda kalırken yazardan bir temellendirme beklentisi içine giriyorsunuz fakat bulamıyorsunuz. Yazar ile okur arasındaki güven duygusunu sağlama işlevi gören (ve sanki yazarın da kitabı yazarken dayandığı tek şey olan) güzel Türkçemizdeki fiil sonu ekleri. Konuşanda, söylediklerine ciddiyet ve güvenilirlik kattığı zannı yaratan ve o yüzden de özellikle resmi makamdaki birilerinin kullanmasına alışık olduğumuz bu “katiyet” ifadeleri (-maktadır, -mıştır, yoktur vb) benim açımdan tam tersi bir etki yaratıyor, ve yazarın üstten bakan, buyurgan ve aslında yargılayan (“ahlakçı” kelimesi yerine tercih etmek gerekirse) tavrının bu şekilde daha da sivrildiği duygusuna kapılıyorum.
Bir meseleye dengeli bir üslupla yaklaşmak, empati duygusuna sahip olmak ve kalemini ona göre konuşturmak sadece bir yazar/akademisyen için değil, biliyorum ki her bir insan için çok önemli. Fakat bana kalırsa, bir konuya/bir döneme ışık tutan, hele hele de sinema gibi özgünlüğün ve özgürlüğün esas olduğu alanlarda ürün ortaya koyan akademisyenler/araştırmacılar için yargılayan değil, sorgulayan ve anlamaya çalışan dil su kadar, hava kadar, toprak kadar hayati.
Ays.
"kelimeler albayım, bazı anlamlara gelmiyor" ile "dürtme içimdeki narı üstümde beyaz gömlek var" arasında.
Twitter •