1960’ların Paris’inde, yirmili yaşlarının ortasında Jérôme ve Slyvie arzuladıkları şeylerin, eşyaların ve nesnelerin arasında bir yaşam kurarlarsa hayatlarının mutlak bir dengeye ulaşacağına inanmış mutlu bir çifttir. Onlar, bu dengenin mutluluk anlamına geldiğini düşünüyorlardı.
“Oysa yanılıyorlardı, kendilerini yitirmek üzereydiler.”s.24
Jérôme ve Slyvie, özgürlüklerinden fedakârlık etmeden, arzuladıkları nesnelere ve hayat standardına ulaşmak için mücadele etmektedir. Bunun için ise minimum emek ve sıfır ödün vermek isterler, bu durum onları makul bir yaşam biçiminden mahrum bıraksa bile asla hedeflerinden alıkoymaz. Tüketim çılgınlığının doruklarında yaşadığımız günümüzde Jérôme ve Slyvie’nin hikâyesi bizlere pek yabancı değil ancak gidişatımızın pek iç açıcı olmadığını göstermesi açısından çok iyi bir örnek! Şeyler, karakterlerimizin tüketim fetişizmi üzerine kurdukları mutluluk arayışı ile çıktıkları yolculuğun her bir duygu noktasına tanıklık ettirip bu mutluluk algısını sorgulatan bir okuma keyfi vadediyor.
Kitap mutluluk, sahip olunan eşyalar ve zenginlik-servet temaları üzerinden toplumsal bir eleştiri sunuyor. Bunu yaparken sadece sisteme odaklanmıyor, ayrıca bireylere de yükleniyor. Hatta bireyleri -Jérôme ve Slyvie üzerinden- sistemden daha acımasız şekilde eleştiriyor. Bunu yaparken ise eleştiri oklarını toplumda zenginlikten daha fazla pay almak isteyen ve zenginliği “bir yaşama sanatı” olarak algılayan orta-sınıftan kesimlere yöneltiyor. Böyle olmalarından sistemi sorumlu tutarken aynı zamanda da sistemin manipülasyonuna kolayca kanmalarından dolayı bireye yönelik bir taşlama yapıyor.
“Onların dünyasında, elde edilebileceğinden daha fazlasını istemek neredeyse kuraldı. Bu kuralı onlar ilan etmemişlerdi; bu bir uygarlık yasasıydı, en uygun ifadesini genelde reklamlarda, dergilerde, vitrinlerde, sokaklarda, hatta bir ölçüde, herkesçe kültür ürünleri adı verilen şeylerde bulan apaçık bir veriydi.” S.38
“ ’Yeni insanlar’dı onlar; henüz her yana diş geçirmemiş genç kadrolar, başarı yolunun yarısına gelmiş teknokratlardı. Hemen hemen hepsi küçük burjuva kökenliydi ve değerleri-diye düşünüyorlardı- yetmiyordu artık onlara; büyük burjuvaların açıkça görülen konforuna, lüksüne, kusursuzluğuna, kıskançlıkla, umutsuzlukla dikmişlerdi gözlerini. Oysa onların ne geçmişi vardı ne de geleneği…Akşamları tüm ailenin oturduğu ışığın altında yapmışlardı ödevlerini. Çöpleri indirmişler, “süt almaya” gitmişler, kapıyı çarparak çıkmışlardı. Tıpkı izledikleri yolların, yavaş yavaş aile çevresinin dışına çıkışlarının, seçtikleri sandıkları geleceklerinin hemen hemen aynı olması gibi, çocukluk anıları da birbirine benziyordu.”s. 38-39
Bu eleştiriyi karakterlerimiz gibi 20-30’lu yaşlardaki kesime getiriyor, onlara yer yer kızıyor ki aslında yazar bu kitabı yazdığı dönemde kendisi de aynı yaş grubunda yer almakta. Belki Perec, sosyal çevresinde örneklerini görüp sistemin dayattığı baskının bilincinde olduğu için bu kadar yerinde tespitler getiriyor.
“… Çünkü otuz yaşına gelmemiş insanların belli bir bağımsızlığı korumaları ve keyiflerine göre çalışmaları kabullenilse de, hatta zaman zaman serbestlikleri, açık görüşlülükleri, deneyimlerinin çeşitliliği ya da “çok yönlülük” diye adlandırılan nitelikleri takdir edilse de, otuz yaş dönemecini bir döndüler mi (böylece otuz yaş da bir dönemeç gibi görülmeye başlanır), çok çelişkili bir davranışla, müstakbel işbirlikçilerden her birinin kesin bir istikrarlılık göstermesi, kesinlikle dakiklik, disiplin, ciddiyet ve sadakat duygusuna sahip olması şart koşulur. …
… Otuz yaşındaki insan artık bir yerlere gelmiş olmalıdır, yoksa hiçbir şey değildir. Bir yer edinmediyse, bir kovuk açmadıysa, anahtarları, bürosu, tabelası yoksa hiçbir yere gelmiş sayılmaz…” s. 47
Okurken en çok dikkatimi çeken noktalardan biri yazarın Jérôme ve Slyvie çiftimizi temelde tek bir karakter gibi ele alması oldu. Perec, bu karakterleri bireysel olarak derinlemesine bize tasvir etmiyor, hatta karakterlerimizin -tek ve ya çift olarak- kafalarından ne geçtiğini onların ağzından söyletmiyor bile. Aralarındaki ilişki üzerinden ve ya kişisel özelliklerine dayalı bir betimlemeye de başvurmayarak onları toplumdaki izdüşümleri ve yaptıkları tüketim üzerinden anlatıyor. Bu yüzden, olaylar 1960’larda geçse bile karakterlerimizi hiç zorlanmadan bugünkü toplumumuzun belli kesimleri ile kolayca özdeşleştirmek mümkün. Çünkü geçen 50 yılda ne sistem ne de sistem içindeki insanların duruşu değişmiş. Yazar, karakterler ile bütünleşen tükettikleri ve arzuladıkları nesneleri tek tek sayfalarca anlatıyor. Art arda gelen kelimeleri okuduğunuzda gözünüzün önünden geçen nesneler bir süre sonra adeta anlamlarını yitiriyorlar.
“Mutluluğu düşlediklerini sanıyorlardı; hayal güçlerinin serbest olduğunu, muhteşem olduğunu, dalga dalga evrene nüfuz ettiklerini sanıyorlardı. Ama bir bakıyorlardı ki, hareketsizler, içleri biraz boş. Tıpkı gri ve donmuş bir ova, çorak bir step gibi: Çöllerin eşliklerinde tek bir saray dikilmezdi, ufuklarını oluşturacak tek bir düzlük yoktu.” S.76
“Yaşamları çok uzun bir alışkanlık, huzur dolu denebilecek bir can sıkıntısı gibiydi; hiçbir şeyi olmayan bir yaşamdı.” S.91
Yazarın (günümüz için aslında görece erken bir yaşta) toplumda kurulan mutluluk algısı ile ilgili böyle bir eleştiri oluşturmuş olması ve de üzerine keyifle okunan ödüllü bir kitap yazması bende gerçekten ayrı bir hayranlık oluşturdu. Mutluluk nedir’in cevabını vermek gibi bir kaygısı yok kitabın, sadece bireyleri sistem tarafından dayatılan sanal mutluluklara karşı uyarıyor: Mutluluk ve ya bir anlam arayışı içine girildiğinde bunun gerçek olduğuna emin olmak gerek yoksa “hiçbir zaman yengiyle çıkmayacakları bir yıpranma savaşı” içinde bulur insan kendini. (S.20) Hatta bu uyarı için kitabı çok yerinde bir alıntı ile sonlandırıyor.
“Sonuç kadar araç da gerçeğin bir parçasını oluşturur. Gerçek arayışının kendisinin de gerçek olması gerekir; gerçek araştırma, açık kolları sonuçta birleşen, ortaya serilmiş gerçektir.” Karl Marx
Georges Perec hiç “e” harfi kullanmadan yazdığı kitabı La Disparition (Kayboluş) ile daha çok bilinen bir yazar. Raymond Queneau (matematiğe tutkun bir edebiyatçı) ve François Le Lionnais (edebiyata tutkun bir matematikçi) tarafından kurulan ve “yazarların nasıl isterlerse öyle kullanabilecekleri yeni biçimler, yeni yapı arayışı”nı kendine amaç edinen QULIPO’ya (Potansiyel Edebiyat İşliği anlamına gelmekte) 1967 yılında katıldı.* Yazarın Kayboluş adlı eseri akımın en bilinen örneğinden biri.
Küçük yaşta annesini Auswitch kampında, babasını ise savaşta kaybetmiş. Akrabaları tarafından büyütülmüş, Sorbonne’da tarih öğrenimini bırakıp bir nörofizyoloji araştırma merkezinde arşivcilik yapmış. Yazdığı eserler ise hayatındaki bu süreçlerden otobiyografik izler taşımaktadır.
Ne yazık ki erken yaşta bronş kanserinden hayatını kaybeden Perec, arkasında pek çok sayıda eser bıraktı. Eğer kendisi ile henüz tanışmadıysanız mutlaka en kısa zamanda bir kitabını okumanızı tavsiye ederim! Hatta yazarın ilk yazdığı kitap olan Şeyler ile başlamaya ne dersiniz?
*Şeyler kitabındaki tanıtım yazısından alınmıştır.