Bu yazımda size Yazıcı Bartleby’den bahsetmek istiyorum. Yazıcı Bartleby, ülkemizde daha çok Moby Dick ile tanınan Amerikalı yazar Herman Melville’nin uzun öyküsü. Orijinal adı “Bartleby, the Scrivener – A Story of Wall Street” olan öykü içinde yalnızlık, varoluşçuluk ve absürd öğeler barındıran; okumanız sırasında ve okuduktan sonra hayatınızda iz bırakacak eserlerden biri.
Öncelikle elimdeki kitabın baskısından söz etmek istiyorum. Benim okuduğum Yazıcı Bartleby, İletişim Yayınları’nın 2014 yılında İletişim Klasikleri olarak çıkardığı serinin bir baskısı. Kitabın içeriğinde Wvn Kelley’nin Herman Melville’nin yaşamı ve yazarlığı üstüne önsözü ile birlikte, aynı zamanda öyküyü çeviren kişi olan Murat Belge’nin de Bartleby üzerine sonsözü yer almakta. Baskının diğer güzelliklerinden biri eserin 1853 yılında tefrika edildiği Putnam’s Monthly dergisinin Kasım sayısının kapağına yer verilmesi. Bir diğer güzelliği ise yazarın hayatı ve eserlerinin dönemin önemli olayları ile birlikte görebileceğimiz bir kronoloji ile verilmiş olması. Bence bu tarz karşılaştırmalı kronoloji hem eseri hem de yazarı, dönemin olayları ile birlikte anlamak için çok faydalı. Elbette ki içerdiği emek de tartışılamaz, bu açıdan İletişim Yayınları’nı kutlarım.
Yazıcı Bartleby’nin hikayesine gelmeden önce şunu belirtmek isterim, bu yazıda önbilgilendirmeler olacaktır – her ne kadar istemesem de.
Melville’in bu öyküsü Wall Street’teki bir avukatın ofisinde geçmekte. İşler çoğaldığından anlatıcı avukatın yanında çalışan elemanlar yetmemektedir ve yeni bir yazıcıya ihtiyacı vardır. Avukatın verdiği ilana karşılık bir sabah kapısında Bartleby belirir. Anlatıcı Bartleby’i ilk gördüğü anı şu şekilde tarif etmektedir; “ Bugün de mi görür gibi oluyorum – soluk ve düzgün, acınacak derecede saygıdeğer, çaresiz derecede yalnız!”(s. 47)
Başlangıçta Bartleby avukatın beklentisinin üzerinde bir performansla çalışmaktadır ancak o kadar suskun ve içine kapanıktır ki bu olağanüstü çalışması avukatı maalesef memnun etmez. Onun çalışmasını “Ama sessiz ve solgun, makine gibi çalışıyordu” (s.48) diye anlatır. İşler bir süre bu şekilde devam ettikten sonra her şey bir gün Bartleby’nin o ünlü cümleyi kurmasıyla bir anda değişir. Avukat acil bir doğrulama işi için Bartleby’i yanına çağırır ancak ondan aldığı cevap “Yapmamayı tercih ederim” olur. Bu cevap karşısında öfkelenen ve şaşkına dönen avukat ne yapacağını bilemez. Bartleby’nin yüzüne bakar ve kendi deyimiyle hiçbir insanî ifade göremez. İşi acele olduğundan da bu konuyu sonraya erteleyip, işini bir diğer elemanıyla halletmeyi tercih eder. Aradan bir kaç gün geçtikten sonra benzer bir olay daha yaşanır. Bu sefer de Bartleby yine “Yapmamayı tercih ettiği”ni belirtir. Avukatın sabrı taşmak üzere olmasına rağmen bu olayı da işi çok acele olduğundan dolayı erteler ve işini diğer elemanları ile tamamlar. Avukat artık Bartleby’nin tüm davranışlarını gözlemlemeye başlamıştır ve şunları fark eder, Bartleby ofisten dışarı hiç çıkmıyordur, sabahları ofisin getir götür işlerini yapan çocuğun ona aldığı zencefilli kurabiyeler dışında bir şey de yememektedir. Bunların yanı sıra hiçbir kötü huyu yoktur, ne olursa olsun halinde ve tavrında değişiklik olmaz, dürüst ve çalışkandır ancak kendisinden bir şey yapmasını istediğinizde sizi kibar bir biçimde “Yapmamayı tercih ettiğini” belirterek reddeder.
Avukat bir zaman sonra pazar sabahı kiliseye gitmeden önce ofise uğrar. Kapının içerden kilitli olduğunu fark eder. İçerdeki Bartleby’dir. Avukat, Bartleby’nin iş saatleri dışında da ofisi terk etmediğini bu şekilde anlamış olur. Ona acımakla ondan tiksinmek arasında karışık duygular içine girer. Bu denli derin ve büyük bir yalnızlığı anlayamamaktır. Hatta kendi kendine şöyle der “O sabah gördüklerim karşısında, yazıcının doğuştan gelen ve tedavisi olmayan birtakım marazların kurbanı olduğunu anladım. Bedenine sadaka verebilirdim, ama bedeni değildi ona acı veren – ruhuydu acıyı çeken, ama ona erişemiyordum.”(s.61) Avukatın Bartleby’e erişmek için tüm çabaları sonuçsuz kalır. Üstüne üstlük bir gün Bartleby yazmayı da bırakmıştır. Bunun sebebi olarak az ışık alan masasında çalışmaktan dolayı gözlerinin bozulmasını sebep gösterir. Bu hastalığı avukat anlayışla karşılar ancak sonradan anlaşılır ki Bartleby gözleri düzelse de artık yazıcılık işini yapmayı tercih etmemektedir. Avukatın onu kovmakla tehdit etmesi de hiçbir şey değiştirmez. Bartleby, avukatın ofisinde karşıdaki tuğla örülü duvara bakan pencerenin karşında tüm gününü geçirmeye devam etmektedir. Avukat bu duruma daha fazla dayanamaz ve Bartleby gitmiyorsa, ben ofisi taşırım diyerek ofisini başka bir binaya taşır. Oysa ki, bu hamle bile Bartleby’den kurtulmasına yetmez. Eski ofisinin yeni kiracıları, Bartleby’i ofisten çıkaramadıklarını söylemek ve yardım istemek istemek için avukata gelirler. Avukat Bartleby’i ikna etmek için elinden geleni yapar ancak başarılı olamaz. Sonunda binadakiler polis yardımıyla Bartleby’i binadan çıkarttırırlar ve Bartleby hapse atılır. Tavrında hiçbir değişiklik olmayan Bartleby hapishanede de aynı şekilde yaşamayı sürdürür. Avukat onu arada ziyaret etmektedir ve onu en son görüşünü “ Duvarın dibinde kadidi çıkmış Bartleby’yi gördüm. Yan yatmış dizlerini karnına çekmiş, başı soğuk taşın üstünde, dertop olmuş. Kıpırtı yoktu” (s. 82) şeklinde ifade eder.
Bartleby’nin hikayesini uzun uzun anlattım çünkü avukatın ona verdiği işleri “yapmamayı tercih etmesi” ile başlayan süreci görmenizi istedim. Bu süreç zaman içinde öyle bir noktaya geliyor ki, Bartleby artık yaşamayı bile tercih etmez hale geliyor. Onu bu hale neyin getirdiğini tam olarak anlamıyoruz, geçmişine dair elimizde, öykünün sonunda belirtilen önceki işinden başka, hiçbir bilgi yok. Bartleby neden böyle oldu bilemiyoruz. Asıl önemli olan yaşama karşı bu denli kayıtsız ve isteksiz biri nasıl olur da kendini öldürmek yerine hayatta kalmaya devam eder? Buna benzer bir anlamsızlık hissini Kafka’nın Dönüşüm öyküsünde de görürüz. Karakterler o denli kayıtsız ve tepkisizdirler ki, ölmek ve yaşamak arasında onlar için hiçbir fark yoktur. Bartleby’nin buradaki farkı ise, seçimsizliğini yüksek sesle dile getirmesinde saklıdır. O yapmak ve yapmamak gibi iki keskin noktanın ortasına bir “tercih” yerleştirir. Kesin bir dille reddediş yoktur onun öyküsünde. Öyküdeki avukatın sözleri ile söyleyecek olursak; “Hiçbir şey iyi niyetli bir insanı pasif direniş kadar sinir etmez.”(s53). Her ne kadar bu direnişin yöneldiği ‘şey’ ilk bakışta avukat gibi görünse de, daha sonra anlarız ki bu avukata yönelik bir şey değildir. Hatta bu direnişin kime ya da neye karşı olduğunu bile anlayamayız ilk bakışta. Belki de tüm varoluşla olan sorununu kendine yöneltmiştir. İçinde cehennemi yaşar ve yaşadığı yer de cehennemdir belki de. Benim anladığımsa, Bartleby’nin –en azından benim- anlam sınırlarının çok dışında bir yerde yaşıyor olduğu.
Yalnız bu öyküdeki tek “tuhaf” kanımca Bartleby değildir. Avukat da en az Bartleby kadar absürd bir karakterdir bana göre. Çünkü, Wall Street gibi hırsın, gücün ve paranın hüküm sürdüğü bir yerde kendini “en kolay hayatın en iyi hayat olduğuna derinden ve kesinlikle inanmış bir adamım” (s.40) diye tanımlayan avukatın; Bartleby gibi, hayatı kendisi için zorlaştıran ve çekilmez hale getiren bir insan için harcadığı çaba da anlaşılır değildir.
Ben kendi adıma öyküyü çok hüzünlü buldum. Bartleby’nin tüm varoluşsal sorunlarının yanı sıra ağır bir depresyonun da etkisi altında olabileceğini düşünmeden edemedim. Belki önceki işinin ağırlığı, belki avukatla çalıştığı süre boyunca kaybettiği anlam, belki de hayatın kendine has anlamsızlığını kavrayışı onu Amerikan Edebiyatı’nın en kendine has, absürd karakterlerinden biri yapmış. Son sözü Borges’e bırakıyor ve ‘okumayı tercih etmenizi’ diliyorum;
“Evrenin gündelik ironilerinden biri olan gerçek faydasızlığı gösteren, üzücü ve gerçek bir kitap”
About Merve Apaydin
sadece ne aradığını bulmaya çalışan, "ruhu pijamalı" kız çocuğu.
Permalink