Kitap yorumuma geçmeden önce bir serzenişte bulunmak istiyorum. Birkaç senedir edebiyat aleminin de öne çıkardığı yazar Murakami, bu sene de Nobel’i kazanamadı. Jüri üyelerinin beni ne kadar kaale alacağı muamma tabi ki. Nobel kazanamasa da yazar gönlümüzü kazanmış olduğundan kendisinin külliyatından devam etmek istiyorum. Bu yazımıza konu olan kitap Sınırın Güneyinde, Güneşin Batısında isimli eser. Benim için sırada başka bir Murakami kitabı vardı ama bir arkadaşımın özel isteği üzerine bu kitabı okumayı öne aldım.
Hikaye, ana karakterimiz olan Hacime –ki isim Japonca’da da başlangıç anlamına geliyormuş- ile başlıyor ve onun hayat evreleri üstünde ilerliyor. 1Q84 ve İmkansızın Şarkısı gibi diğer Murakami kitaplarında da olduğu gibi bu kitapta da ana karakterin derin bir bağlılıkla sevdiği ve “Sessiz bir köşedeki bir restoran masasındaki “rezerve” işareti gibi, o özel yeri Şimamoto’ya ayırmıştım.” dediği Şimamoto da diğer önemli karakter.
Kitabın dönüm noktaları iki ana karakter olan Hacime’nin Şimamoto ile olan ilişkisi üzerinden oluşuyor. İlk kısım, Hacime ve Şimamoto’nun ilkokul sonuna kadar birlikte geçirdikleri ve tek çocuk olmanın getirdiği yakınlıkla da oluşan derin bağlılık dönemi. İkinci kısım, Hacime’nin kendini kaybolmuş hissettiği lise ve üniversite dönemleri sonrasında Yukiko ile evlenerek aile kurması ve kendini daha güvende hissetmeye başladığı dönem. Bu dönemde lisede birlikte olduğu İzumi’nin ruhunda yarattığı hasar, kitabın sonraki aşamalarında da kendini gösteriyor. Son dönem ise kitabın esas ivmesini kazandığı Şimamoto ile karşılaşması ile Hacime’nin ruhunda oluşan devinimler ve bunun çevresindekiler üzerindeki yansımaları diyebiliriz. Kader ve tesadüfler, Hacime’nin hayatını şekillendiren en önemli olgular. Ona göre “Bir şey kötü gider ve bütün taşlar devrilir. Kendinizi kurtarmanın hiçbir yolu yoktur. Ta ki biri sizi çekip çıkarana kadar.” Şimamoto ile ayrı okullara gitmek onu çok üzüyor ama onunla irtibata geçmiyor, İzumi’yi yıkacağını bilmesine rağmen kuzeni ile oluyor ve sonrasında hakkında duyduklarına rağmen görmeye gitmiyor, sokakta Şimamoto ‘yu gördüğünü düşünüp takip ediyor ama göremiyor, dergide kayınpederi sayesinde açtığı barının haberi çıkıyor ve tanıdığı insanlar ve en önemlisi Şimamoto bara geliyor, Yukiko’dan ayrılmayı isteyip istemediğinden de emin değil, onun bir şeyleri farkedip bir şeyler yapmasını bekliyor gibi. Daha bir çok örnek sıralanabilir ama kitap hakkında daha fazla detay vermek istemiyorum.
Kitabın sevdiğim özelliklerine gelirsek ilki edebi değil kişisel bir yorum olacak. Kitabın kahramanı Hacime –ve Şimamoto’nun- tek çocuk olması ve bunun üzerine kafasındaki düşünceler, beni kitaba yakınlaştıran noktalardan biri oldu. En beğendiğim kısım ise şöyleydi; “Her şeyi kendi kendine düşünmeyi yeğliyorsun ve aklından ne geçtiğini kimsenin bilmesini istemiyorsun. Belki de tek çocuk olduğun içindir. Kendi başına düşünmeye ve davranmaya alışmışsın. Bir hesaplar yapıyorsun, eğer aklına yatıyorsa, senin için yeterli oluyor.”
Şimamoto ile karşılaşma öncesi dönemde duygular üzerine daha fazla yazılsaydı daha çok hoşuma gidebilirdi. Bu dönem daha ziyade kronolojik bir sıralamayla olayların belirtildiği bir biyografi gibi olmuş. İzumi ile olan ilişkileri, onun kuzeniyle yaşadığı ve İzumi’yi boşluğa sürükleyen aldatma olayı vs gibi konular üzerinde daha çok durulsaydı belki de Hacime’nin sonradan geldiği noktayı daha iyi anlayabilirdik. Kitabın sonlarında Hacime’nin eşiyle hesaplaşması –kötü bir içerikle değil gerçekten hayata dair bir hesaplaşma- eşi Yukiko hakkında da merak uyandırdı bende. Onun hakkında da daha fazla şey bilmek isterdim.
Bir diğer kafamı kurcalayan konusu ise kitaptaki şu cümleler “Başkasının hayatı başkasının hayatıdır. Sorumluluğu üstlenemezsin. Bir çölde yaşıyormuşuz gibi düşün. Yapman gereken tek şey alışmak..Nihayetinde hiçbir şeyi değiştiremezler. Geriye sadece bir çöl kalır.” Gerçekten kimsenin hayatı üzerinde bir sorumluluğumuz yok mu? Bu kadar birbirinden bağımsız mı yaşıyoruz? Açıkcası öyle olmasını isterdim ama gerçekler öyle değil gibi duruyor. Aklımda kitabı okurken ve bitirdikten sonra tek bir düşünce dönüyor. Gerçekler aslında bizim görmek istediğimiz kadar var. Tek gerçek bu belki de. Sorumluluk da gerçekliği algılamak da bizim istediğimiz kadar.
Yorumuma burada son verirken Murakami’nin müziğe verdiği öneme de istinaden kitabın isminin ilk yarısına adını veren “Sınırın Güneyinde” isimli şarkı ile sizlere veda ediyorum güzel insanlar. Nat King Cole’dan geliyor.
http://www.youtube.com/watch?v=YnDAQ78nPUU
“Peki ne var orada, güneşin batısında?” “Bilmiyorum. Belki hiçbir şey. Veya bir şeyler. En azından sınırın güneyindekinden farklı bir şey.”Twitter •