Bu haftanın yazısı için bambaşka bir kitap vardı aklımda. Bir çocuk romanından bahsedecektim; kardeşlik üzerine okuduğum en güzel cümlelerden birinin söylendiği bir kitaptan. Heyhat, sabah erken uyanıp kalkma saatine kadar okuyayım diye elime Ercan Kesal ve Enis Rıza imzalı Zamanın İzinde‘yi alınca, bütün planlarım altüst oldu.
Çok özel bir kitap Zamanın İzinde. Türkiye’de en cesur, en kafa kurcalayan kitapları basan yayınevlerinden Ayrıntı Yayınları’nın 30 yılda piyasaya çıkardığı 1000’inci eser. Bir nevi kutlama almanağı yani. O nedenle belli ki önsözünden teşekkürlerine kadar çok özenilmiş bu kitaba.
Az buz değil, 352 sayfalık havaleli bir çalışmadan bahsediyoruz. Hele ki benim elimde de bulunan sert kapaklı baskı, ansiklopediye yakın ölçülerde. Kitapta Ercan Kesal ile Enis Rıza’nın seçtiği 142 fotoğraf ile Kesal’ın kaleminden çıkma 70 yazı var. Tarih Vakfı’ndan Getty Images’a çok sayıda kurumun ve birçok şahsın bireysel arşivleri taranmış. 3000’den fazla kare arasından seçilen fotoğrafların en eskisi 1896, en yenisi ise 2016 yılından. Yazılardan bazıları fotoğrafın kendisini anlatmakla birlikte çoğunlukla o karelerin Ercan Kesal’a hatırlattıklarını okuyoruz sepya sayfalarda.
Zaten Kesal da 257’nci sayfada John Berger’i alıntılayarak tasasının ne olduğunu açıktan anlatıyor anlayana: “İyi fotoğrafın gösterdiği şey gösterilmemiş olanı akla getirir. Buz güneşi, keder trajediyi, tebessüm hazzı, beden aşkı, yarışı kazanan at katıldığı koşuyu çağrıştırır.”
Bu kitabı oluşturan ‘iyi fotoğraf’larda ise yok yok… Enver Paşa’dan Evren Paşa’ya, 1915’ten 2015’e, Birinci Dünya Savaşı’ndan Kayserispor-Sivasspor maçına, işçi grevlerinden cezaevi açık görüşlerine, 1 Mayıs 1977’den 17 Ağustos 1999’a, Yaşar Kemal’den Neyzen Tevfik’e, Ahmet Kaya’dan Tarık Akan’a, Soma’dan Kobani’ye, Deniz Gezmiş’ten Ali İsmail Korkmaz’a, Hrant Dink’ten Özgecan Arslan’a 120 yıllık bir geçit töreni. Öte yandan Atatürk’ün karatahtasında yazılı sınav olan adamlar, Millet Mektepleri’nde okuma yazma öğrenen genç kadınlar, kemanını davulunu kendi yapan Köy Enstitüleri orkestrası, Çerkes düğünleri, Sevmek Zamanı, bebesini emziren bir anne, Almanya’da işçi olan kocasının yanına giden bir teyze, Onur Yürüyüşü, Yeryüzü Sofraları ve afişlerle donatılmış AKM’nin güzelliği…
Kitabın son sayfasını kapatırken beynimde neon harflerle yanan iki kelime vardı: ÖLÜM ve UMUT… Türkiye’deki hayatımızın pek veciz bir özeti. Özellikle son birkaç yıldır bu ikisinin arasında yaşıyoruz. Zamansız gidenlerin hep bizim güzel çocuklar olması içimizde sonsuz bir yangın. O yangını bir nebze bastıransa en azından uğruna ölünecek bir umudumuz olması. Yoksa kanı yerde kalan Ulaş Bardakçı’nın, darağacının en genç fidanı Erdal Eren’in, kara kaşlı güzel oğlan Berkin Elvan’ın acısına nasıl dayanılır?
Bu kadar ince sızılar üzerine kalem oynatacak şahsın o sızıları gönlünün en derininde hissetmiş olması şarttır. Ercan Kesal da hayata soldan bakan gözleri ve her daim incelikli kalemiyle bunu yapmaya en uygun zattır. Nasıl ki Marcel Proust, Kayıp Zamanın İzinde yürürken Paris’in göklerinin savaş uçaklarıyla dolu olduğu en karanlık günleri bile kent sakinlerinin uzun zamandır bakmadığı göğe bakmasına bir vesile olarak anlatır, Ercan Kesal da Zamanın İzinde ilerlerken bulutların arkasında kalmış olsa da Güneş’in Dünya’yı aydınlattığını hiç aklından çıkarmamış besbelli.
Bulut demişken yazıyı Kesal’ın 1972’de Kızıldere’de çekilmiş üç fotoğrafa yarenlik etsin diye Subcomandante Marcos’tan alıntıladığı hikâyeyle noktalayayım:
Büyük bulutların yanında kendini gösteremeyen küçük bir bulut yağmur yağdırabileceği bir yer arar. Bir türlü bulamaz ama. O kadar uzaklara gider ki sonunda çok ama çok kuru bir yere gelir. Burası o kadar kuru ve verimsiz bir yerdir ki tek bir çalı bile yoktur. Yağmur olup yağmayı kafasına koyan küçük bulut parçası büyük bir inanç ve umutla çabalayarak en sonunda tek bir yağmur damlasına dönüşür. Küçük buluttan oluşan bu tek damla epey yükseklerden aşağıya düşmeye başlar. Düşer, düşer, düşer… En sonunda yerdeki küçük bir taşın üzerine çarpar. Fakat damlanın düştüğü çöl o kadar sessizdir ki, damlanın taşa çarptığında çıkardığı ses büyük bir gümbürtüye sebep olur. Epeydir uykuda olan toprak bu sesle uyanır ve taşa sorar:
“Bu ses neydi?”
“Bir yağmur damlasıydı” der, taş.
Bunun üzerine toprak, güneşten saklanarak toprağa sığınan bitkileri, çiçekleri uyarır:
“Çabuk, kalkın, bir yağmur damlası düştü, bu birazdan yağmur yağacak demektir” diye bağırır!
Çölde saklanmış bekleyen tüm bitkiler ortaya çıkar. Her yer yeşile boyanır. Çölün yeşillendiğini gören ve daha önce oralardan geçip giden bulutlar çöle yağmaya karar verir. Bulutlar yağmur olur yağar, çöl yeniden yeşerir.
Hikâyenin sonunu şöyle bitirir Marcos:
“…Hiç kimse bulut parçasının tek bir yağmur damlasına dönüşüp yere çarpmasıyla, uyuyanları uyandırdığını hatırlamadı. Kimse hatırlamasa da taş, küçük yağmur damlasının bu sırrını sakladı. Zaman su gibi akıp geçti ve ilk büyük bulutlar ortadan kayboldu, ilk bitkiler ölüp gitti. Hiç ölmeyen taş yerinde kaldı, yeni doğan bitkilere ve yeni gelen bulutlara küçük bir yağmur damlasına dönüşen bulut parçasının masalını anlatmaya devam etti…”
İşte bu kitap, o küçük bulutun hikâyesini anlatan taştır.
Sevin Turan
Dört yaşındayken bir gün kendi kendine okumayı söktüğünde önce inanamadılar, sonra önüne kitapları yığdılar. O gün bugündür bir şeyler okumadan geçirdiği bir gün bile olmadı.