Bu soru, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi akademisyenlerinden Prof. Serpil Çakır’ın uzun yıllara yayılan meşakkatli bir araştırma sürecinden sonra kaleme aldığı ve 2014 yılında Versus Kitap tarafından yayımlanan kitabı Erkek Kulübünde Siyaset, Kadın Parlamenterlerle Sözlü Tarih’in kapağında bulunuyor.
Soru, kadınların yaşam hakkı gibi evrensel bir değer için bile çoğu zaman mücadele vermek zorunda kaldığı bir toplumda lüks gibi görünebilir. Çünkü kadınların Türkiye’de karşı karşıya kaldığı zihniyet (en iyi ihtimalle) Ali Bulaç’ın kitapta da alıntılanan şu sözleri ile özetlenebilir:
“Bence kadının birinci görevi annelik ve ev hanımlığıdır. Zaruret varsa iş piyasasında öncelikle onun emeğini hak edecek kadar ücretle istihdam edilmesi gerekir. Liberal kapitalist piyasa ise kadını farklı çerçevede evin dışına çıkmaya zorluyor; anneliği ev hanımlığını itibarsızlaştırıyor; pozitif ayrımcılıkla kadın yuva kurmuyor; erkekler bu şekilde kışkırtılmış kadınlarla evlenmek istemiyor; sonuçta olan yine kadına oluyor. Birkaç tanesinin iyi durumuna karşılık yüz binlercesi iş aş peşinde koşturuyor, yalnızlık içinde hayatını sürdürüyor, bir süre sonra saçını başını yoluyor ama iş işten geçiyor. Erkeğin fıtri rolünü kaybetmesi onu kadına karşı acımasız şiddete, vahşi cinayetlere sürüklüyor, sonunda kadın devlete sığınıp kendini devletleştiriyor. Şimdi devlet her eve polis tayin edecek hale geldi. Bu çıkar yol değil ama ailede meydana getirdiği tahribattan iktidarı uyandıracak sesler maalesef kısık. Madem bizim kadınlar da bu modern tecrübeyi yaşamakta çok kararlı, yemekte oldukları ‘acı meyve’nin sonucunu beklemekten başka çare yok.” (Zaman, 2013)
Bunun gibi şiddeti meşrulaştıran söylemlerin yazılı, görsel ve sosyal medyada sık sık kullanıldığı bir dönemde, yukarıda da bahsettiğim gibi kadının politik kariyeri lüks ve gerçekten küçük bir grubu ilgilendiriyor gibi görünebilir. Ancak bu çalışmadan anlıyoruz ki, farklı sosyal katmanlardaki kadınlar aslında aynı sorunların farklı izdüşümlerini yaşıyorlar. Toplumdaki hakim ataerkil yapı, ailenin kız çocuğuna da, iş yerindeki kadın yöneticiye de, evdeki anneye de, parlamentodaki kadın milletvekiline de zorluk çıkarıyor.
Soruyu tekrar edelim. Meclise Girmek için Erkek Olmak Şart mı? Cevap aşağı yukarı belli: Hayır, Türkiye’de kadınlar 1930’lardan itibaren seçilme hakkına sahipler. Hatta bu hakkı gelişmiş Avrupa devletlerinin kadınlarından epey önce elde etmenin de haklı gururunu yaşıyorlar.
Ama sayıları az. Çünkü parti ve ideoloji fark etmeksizin, siyasetin erkek alanı olduğu aşağı yukarı kabullenilmiş durumda. Yani kadınlar siyasette deyim yerindeyse hâlâ istisnalar. Erkekler ise koltuklarını kaybetmeye kesinlikle niyetli değiller. Bu bağlamda Çakır’ın kadın milletvekilleri ile yaptığı görüşmeler çok anlamlı, çünkü kadınlar siyasete girmekte ayrı zorlanırken, orada tutunmak için de bir hayli çaba göstermek, milletvekili kadınların belirttiği üzere erkeklerin beş-on katı fazla çalışmak zorundalar. Bir başka deyişle sıfır hata yapıp hep en iyisi olmak mecburiyetindeler.
Millet meclisinde ilk eğitim mezunu erkek vekil görebilirsiniz, hatta bunu hiç yadırgamazsınız. Peki, hiç ilk eğitim mezunu kadın görebilir misiniz? Göremezsiniz; hatta kadının kendisini kanıtlaması, vekil olabilmesi için lisans mezuniyeti bile yeterli değildir. Yüksek lisans derecesi, hatta doktorası olmalı, birden fazla yabancı dil bilmelidir.
“Siyasette erkeklerde olmayan vasıflar kadınlardan isteniyor. Bazen ‘Çince bilen var mı?’ diye aramızda dalga geçiyoruz.” (s.242)
Çince bilip bilmemenin bir dalga unsuru olmadığını düşünmekle beraber, temel meselenin erkeklerden istenmeyen birçok özelliğin, kadınlardan istenişi olduğuna dikkat çekmek gerekiyor.
“… Siyasetteki kadın da sıfır hatayla çalışmak durumunda. Aynı hatayı erkek yaptığında kimsenin umuru olmaz, ama kadın yaptığnda olay olur.” (s.234)
Çünkü erkek zihninde kadın zaten o koltuğu bir erkekten çalmıştır. Bu düşünce bazen öyle noktalara kadar uzanır ki, listenin başına konan kadın parti örgütü tarafından seçim bölgesinde yalnız bırakılır:
” Oysa benim aday olduğum ilden ilk defa bir kadın böyle liste başına konmuştu. Kıyametler koptu. Muhtarlarla otobüslere binip Ankara’ya genel merkezin önüne geldiler. ‘Biz bu kadını istemiyoruz’ diye sloganlar attılar… Her gün başka hadiseler oldu… Oraya gittiğimde parti örgütünün beni beklediğini benim için hazırlandığını sanıyordum. Ancak gittiğimde bambaşka bir tablo ile karşılaştım. Örgüt ‘senin için çalışmam’ dedi bana. Yapayalnız bırakıldım.” (s.231)
Meclisteki kadın sayısının azlığı ve kadınların siyasette yaşadığı sorunlara ek olarak, partilerin birçoğu için belirli tipte kadınların makbul olduğunu söylüyor Serpil Çakır. İstisnalar kaideyi bozmaz ancak partiler genel olarak kadın sorunlarına eğilen, feminist söylemlere sahip olan kadınları bünyelerinde ya da mecliste görmek istemiyor. (Ne ironiktir ki, aynı partiler kadınlara genellikle kadınları ilgilendiren alanlarda görev vermeyi yeğliyorlar. Kaç partide kadınlar finans ya da dış politika alanında söz söyleyebilir durumdadır?)
Aynı şekilde, söz konusu milletvekili adaylığı olduğunda sadece belirli çevreden gelen, kendisi, eşi, dostu parti başkanı ile iyi ilişkiler içinde olan kadınların tercih edildiğinin altını çiziyor yazar. Bu da aslında Kadın Kolları denen teşkilatlanmanın, siyasete kadın yetiştirmekten çok, ev ziyaretleri yapacak, partiye kadın oyun toplayacak, arada seçmene çiçek dağıtacak ancak kadının siyasi geleceğine neredeyse hiç etki yapmayacak bir yapı olduğunu gözler önüne seriyor. Bu şekilde sivrilmiş, tabandan gelip milletvekili olmuş kadınlar tabii ki mevcut, ancak bu kitaptan çıkardığım sonuç milletvekili olmak isteyen kadının boşu boşuna parti içi görevlerde kendisini yıpratmaması, mümkünse bu eforu “networking” için harcaması gerektiği oldu.
Seçilmenin bu kadar zor olduğu bir ortamda, seçildikten sonra da sorunlar bitmez. Yukarıda da belirttiğim gibi, parlamenter kadının hata yapma lüksü yoktur. “Hayati” meselelerdeki komisyonlara pek azı katılır. Önemsenmezler. Buna rağmen sürekli bir biçimde gözlem ve gözetim altında tutulurlar. Kadın vekiller deyim yerindeyse basınla her görüşmelerinde ne kadar iyi bir anne ve eş olduklarının, nasıl güzel yemek yapabildiklerinin, güzel kalmak için haftada kaç gün pilates yaptıklarını söylemek zorunda hissederler. (Tansu Çiller’in kuşburnu çayını bir Türkiye fenomeni haline getirmesini, yakın geçmişte kürsüde konuşma yapan kadına erkek milletvekillerinin botokslu diye bağırmasını sanırım hepimiz hatırlarız.)
“Meclisin medyası var. Geldiğiniz andan itibaren kıyafetinize, rujunuza kadar sizi izliyorlar ve takip ediyorlar. Efendim ‘kırmızı rujlu milletvekilleri’ diye bir haber bile yaptılar…” (s.325)
Kitapta bir kadının siyasi kariyerinde yaşayabileceği birçok sorunu çoğu zaman vekillerin kendi hikayelerinden dinliyoruz. O bakımdan ben bu kitabı ilgi duyan okuyuculara tavsiye ediyorum. Siyaset her şekilde zor bir iş, ancak görüyorsunuz ki, kadınlar için çok daha zor bir iş. Belki bu deneyimleri okurken, siyaset yapmayı düşünen kadınlar kendilerine bir pay çıkarabilirler.
Ancak şunu da belirtmeden geçemeyeceğim. Bu yazıda, kadının siyasete katılımında yaşanan zorluklardan bahsettim. Fakat her şeye rağmen, siyasete katılmış, hele hele meclis çatısı altına girebilmiş kadın, istediklerini başarmış, güçlü, şanslı bir kadındır benim gözümde. O yüzden kendilerinden beklentim siyasi gücü ellerinde tutmak adına susmak yerine, kendileri kadar şanslı olmayan kadınlar için parti sınırlarını aşan şekilde, gür bir ses çıkarmalarıdır. Çünkü biliyoruz ki, kimi kadın kırmızı ruj sebebiyle manşetlere taşınırken, kimisi üçüncü sayfada okunmadan geçilebiliyor. Yazının başında söylediğim gibi, kadınlar aynı ataerkil yapının farklı izdüşümlerini yaşıyorlar. Bu yapı ile mücadelede ise, meclisteki kadınlara- yine yeniden- büyük görev düşüyor.