Bazen tozlu raflarda arka sıralarda gizlenen sessiz ve mütevazı kitaplar, en çok okunan listelerindekilerden daha başarılıdır. İhtişamlı baskılara, albenili kitap isimlerine inat… Rachel Cusk‘ın Çerçeve’si de böyle bir hikâyede, okunması tavsiye edilen fakat gözden kaçmış kitapları araştırırken gözüme çarptı. Ve değerli bir arkadaşa hediye almanın zorluğunda bana yardımcı oldu.
Elime aldığım 152 sayfalık kitap klasik Yapı Kredi Yayınları’ndan. Seriyi sevmemin sebeplerinden birisi kolay okunur yazı boyutu ve sarı sayfaları. Çerçeve’ye bakarken ilk yaptığım sayfaları koklamaktı. Kitap kapaklarını inceler misiniz bilmiyorum ama benim dikkatimi çeken ayrıntılardan biridir. Kapakta, buruşuk ve eski, koyu sarı bir sayfanın arasından gözüken masmavi açık deniz ve bulutlar, kitabın sadeliğinin yanı sıra içerisinde gizlediği hikâye hakkında tüyo veriyordu. ‘Çerçeve’ ifadesi böylelikle daha kitabın ilk sayfasını çevirmeden anlam kazanmaya başlamıştı. Arka kapakta, The Paris Review‘da dizi şeklinde yayımlanan romanın, The New York Times Book Review‘un 2015’in en iyi on kitabı listesine girdiği yazılıydı. Romanın ilgimi çekmesinde, şu sıra doktora için çalıştığım konu (çerçevelendirme teorisi) da etken oldu.
Çerçeve, 2016 yılında Lâle Akalın’ın dilimize çevirisiyle -belirttiğim gibi- Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkmış. Son sayfasını bu yazıyı yazmadan önce bitirdiğim için en önemli izlenimim şu; bu kitap insanı öykü yazmaya teşvik ediyor. Roman boyunca ismini bilmediğimiz bir kadın yazarın uçak yolculuğu sırasında yanında oturan komşusu ve eski dostlarıyla sohbetlerini ve Atina’daki öğrencilerinin öykülerini dinliyorsunuz, basit ve yalın bir dille. Cusk’ın öyküler arasında gizlenen betimlemelerdeki ustalığını Jean Echenoz’a benzetmek mümkün. Bu da Cusk’ın yazma konusundaki başarısını kanıtlıyor. Akıcılık konusunda aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Öykülerde aralara gizlenen göndermeler sebebiyle kitaba biraz daha uzun zaman ayırmak gerekiyor.
Göndermelere ve diğer ayrıntılara baktığınızda, kitap boyunca ismini bilmediğimiz kadının ağzından okuduğunuz hikâyelerin aslında yazarın kendisine ait olduğu fikrine kapılıyorsunuz. Cusk’ın, kitabın ilk sayfasında yer alan özgeçmişi, kitapta anlatılan hikayenin yazarın hayatıyla paralelliği de bu fikri destekliyor.Bu öyküler bir eksiklik ya da boşluk duygusunda birleşiyor (bu gözlemi için Sevin’e teşekkürle). Yazarın çerçevesinden sunulan tüm bu ‘buruk’ hayat hikâyelerini ve öğrencilerin yazdığı öyküleri verirken, aslında yazarın kendi başarısız evliliği, kariyeri, boşanması sonrası hezeyanları, ilk defa açığa vurduğu sırları, çocuklarıyla ilişkileri, erkeklerden uzaklaşması ve beslediği hayvanlarla (ki bunu eski eşiyle ilişkisine bağladığı kanısındayım) yaşadığı sorunları anlattığını düşünüyorsunuz. Bu noktada “bir öykü tam da bu şekilde yazılmalı” diyorsunuz. İncelik ve özenle seçilmiş kelimelerle ve en sade biçimde. Çerçeve sözcüğüyle karşılaşmanızsa kitabın son 10 sayfasında oluyor:
“…Adam konuştukça Anne kendini bir şekil, bir çerçeve olarak görmeye başlamıştı: Tüm ayrıntılar şeklin dış hatlarını belirten çizginin etrafına yazılıp belirtilmiş, ama şeklin içi boş kalmıştı. Ama bu şekil, içeriği hâlâ belirsiz bile olsa, yaşadığı olaydan beri ilk kez ona kim olduğuna dair bir his vermişti…”
Yazarın kitap boyunca anlatmaya çalıştığı gibi hepimiz, gözümüzün önünden akıp giden hayatları kendi çerçevemizden izliyoruz. Belki de bu, o hikâyeleri sahiplenmemize, kendi öykümüz haline getirmemize sebep oluyordur. Kim bilir, belki de hepsi gerçekten bizim hikâyemiz…