“…Bilmiyor musun ki, Kendinden dışarı çıkıp kendine bakmadıkça kim olduğunu asla bilemezsin…”
Körlük ile kafamda soru işaretleri oluşturan, Kabil ile beni kendisine hayran bırakan José Saramago’nun oldukça kısa ve çizimlerle zenginleştirilmiş bir eseri Bilinmeyen Adanın Öyküsü… Bilinmeyen bir adadan ziyade keşfedilmemiş benliğimizin hikâyesi aslında… Bazen keşfetmeye cesaret edemediğimiz, çoğu zaman da keşfetmeye ihtiyacımız dahi yokken – yani aslında her şey ortadayken – üstünü kapatmaya uğraştığımız. Metaforlarla örülü ama alt metni bulmak için kendinizi zorlamayacağınız, herkes kendisine “tüm adalar bulundu” dese de bilinmeyen bir adanın olduğuna inanan ve onu bulmak için kraldan tekne isteyen, aslında denizci olmayan bir denizcinin masalı…
Bilinmeyen adayı keşfetmek için okyanusa açılmaya ve bunun için de güvenilir bir tekneye ihtiyacı vardır denizcinin. Bunu bulabileceği ise tek yer vardır: kral. Zaten herkes önce krala gider bir dilekte bulunmak için. Ama kral kendi ile çok meşgul olduğundan dileklerle çoğu zaman ilgilenemez. Bu görevleri sarayda çalışanlara verir ama onlar da pek umursamaz. Bunu bilen denizci, inatçıdır, o adayı er ya da geç bulmak ister, bu yüzden hükümdar kendisiyle ilgilenmeye mecbur kalsın diye sarayın kapısında yatmaya başlar. Kral yine umursamaz ama kapıya yaklaşamayan ve dileğini iletme şansı bulamayan diğer insanlar tam kendisine karşı ayaklanacakken, asayişi sağlamak için denizciye tekneyi vermeye karar verir. Ama uyarır:
“Bilinmeyen ada kalmadı artık…”
Denizci kararlıdır, ama bu kararlılığı daha çok beğenen bir başkası daha vardır: Sarayın temizlikçisi. Bilinmeyen ada var mıdır yok mudur pek karar veremez kadın… Ama adamın istediğine ulaşmak için sarayın kapısında üç gün yatması çok hoşuna gider. Sarayın “kararlar” kapısından çıkar ve adamla açılmaya karar verir:
“Henüz tayfasını bile toplamaya başlamamış olan adam ise teknesini yıkayıp temizleyecek kişinin daha o zamandan peşine takıldığının farkında değilmiş, işte kader hep böyle davranır bizlere, hemen arkamızdadır, omzumuza dokunmak için elini çoktan ileri doğru uzatmıştır…”
Gemide bir tek tayfa dahi yoktur kadından başka. Denizci bilinmeyen adaya gitmek için kendisine tayfalık edecek kimseyi bulamamıştır çünkü. Teknede geçirdikleri ilk gece adam bir rüya görür… Rüyasında gemide bulunan kalabalık tayfa grubu onu terk eder:
“Bilinmeyen ada diye bir şey yok, senin kafanda yarattığın bir fikirden ibaret…”
Ama herkes gitti sanırken adam bir gölge görür… O, temizlikçi kadındır. Her şeye rağmen kendisini terk etmemiştir. Bazen tek kişi, hayatımızdaki tüm kalabalığın yerini alabilir, tüm kalabalıktan değerli olabilir.
“Tekne artık denize açılan ve dalgaların tepesinde salınarak ilerleyen bir orman, bunca zamandır gizlenmiş olan ve aniden gün ışığına çıkmaya karar veren kuşların belki de tohumların büyüyüp hasat vaktinin gelmesini fırsat bilerek peydah oldukları ve şarkılar söyledikleri bir orman.”
Rüya biter, sabah kalktığında kadın denizcinin yanındadır. Ve öğlene doğru tekne, hiç tayfası olmamasına rağmen bilinmeyen adayı aramak üzere denize açılır:
“… Bilinmeyen Ada nihayet denize açılmış, kendini aramak amacıyla.”
Masal burada sona eriyor. Saramago bakmıyor gerisine. Adam ve kadın bir şey bulabildiler mi bilmiyoruz ama tek bir tayfa bile olmadan denize açılma riskini göze aldıklarını görüyoruz.
Kendimize dışarıdan bakmadıkça, ondan uzaklaşmadıkça kendimizi asla tanıyamayacağımızı söylüyor yazar. Bazen gerçekten kim olduğumuzu öğrenmek için, kendimizi oluşturduğunu düşündüğümüz “ben”i terk etmemiz gerek. Belki Saramago denizci ve kadının bilinmeyen adasını kesiştiriyor, ancak mesaj yine de açık: Eğer bilinmeyen bir ada bulmak istiyorsak, bu yolculuğu her ne pahasına olursa olsun, belki güvensiz bir tekneyle, belki tayfasız, belki de yalnız bir biçimde, ama her şekilde yapmak zorundayız.
Ancak bende iki kaygıyı da beraberinde getiriyor Saramago’nun bu tutumu. Birincisi adayı aramaya çıkan insanların akıbeti… Çünkü bir sabah hiç tanımadığınız bir kadınla tek bir kara parçasının dahi olmadığı bir denizde aynı yatakta uyanabilirsiniz. O gemi, içinde kuş seslerinin olduğu bir orman da olabilir, alevlerin yükseldiği bir cehennem de. İşte tam da bu bakımdan bence bu kitap aynı zamanda yarım kalmış bir eser. Denize açılan kadın ve adam için belki yola koyulmuş olmak en büyük çaba olabilir. Ama insan ne bulduklarını da görmek istiyor. Ya bilinmeyen adamız, kimsenin bulmak istemeyeceği bir kaya parçasından ibaretse? Bu bakımdan, hikâye belki isteksizlikten, belki de korkudan, belki de herkes kendince bir son yazsın diye apar topar bitirilmiş.
İkincisi ise kader üzerine… Çünkü bence bilinmeyen adaya odaklanırken içinde bulunduğumuz kısır döngüyü kıramadığımız gözden kaçıyor. İnsan, aynı kadının yaptığı gibi “kararlar kapısı”ndan geçerken yeni bir ada bulacağını düşünüyor çoğu zaman. Çoğu kez ise (kötümser bir yorum olacak ama) aslında saray temizlikçiliğinden, tekne temizlikçiliğine geçmiş olduğunu fark edemiyor. Alan ve kişiler değişiyor, yaptığımız eylemler ve yaşadıklarımız aynı kalıyor. İnsan düşünmeden edemiyor, yoksa, bilinmeyen bir ada aslında gerçekten yok mu?
O zaman Morcheeba‘dan gelsin…
//
Kitabı henüz okuma şansım oldu. Kitap ile ilgili yazınızı okudum ve teşekkür ederim. Yorumunuzun son kısmına farklı bir bakış açısı eklemeden edemedim. Kadın için saray temizliğinden tekne temizliğine geçtiğini fark edemiyor demişsiniz. Yaptığı eylemler aynı olsa da yaşadığı şeyler farklılaşıyor. O tekneyi ne kadar beğendiğini de belirtiyor. Kadını tekne temizliğine yönlendirirken “Beğenmek sahip olmanın en güzel şekli” diye de ekleniyor o kısımda. Işyerinde yaptığı temizlikle beğendiği benimsediği bir yerde temizlik yapması aynı şey değildir. Burada da bir öğreti olabilir. Denizciliği bilmeyen adam bir eylem değişikliğine gidiyor ve bilmediği bir eylemi gerçekleştirerek hayatına bir anlam katıyor. Kadın ise eylemlerini değiştiremiyor ancak beğendiğini sevdiği bir yerde eylemlerini icra ediyor. Çokta uzatmadan blogunuzu takibe alıyorum. Umarım bütün yazılarınızı okuyabilirim. Ve umarım ben de böyle zengin bir içeriğe sahip blog oluşturabilirim.