Bu yazımda yeni bir Haruki Murakami yorumu ile karşınızdayım. Arşive baktım da sağlam bir Murakami yorumu külliyatı oluşturmuşum. Merak edenler linkten o yazılara da ulaşabilirler. Burada da yinelemek istiyorum, Murakami artık Nobel almalı. Bu da kişisel talebim olarak burada dursun.
Yazımıza konu olacak yapıtın adı Karanlıktan Sonra. Türkiye’de Mayıs 2017’de raflara çıktığı için yeni bir eser sanılsa da eserin orijinali 2004 yılında yayımlanmış. Bütün Murakami eserleri gibi yalın ama sembolik bir anlatım tarzına sahip ve diğer kitaplarda da olduğu gibi kesişen hayatlara dair hikâyeler barındırıyor. İşin ilginç yanı bu hikâyelerin hepsi gece 12’den sabaha karşı 7’ye kadar olan bir süreçte yaşanıyor. “Hikâyelerin hepsi bu süreçte yaşanıyor” derken gerçek zamanlı “24” dizisi gibi algılanmasın. Ana karakterlerin diyalogları bu süreçte yaşanıyor; tabii ki bu diyaloglardan geçmişe yönelik ve daha uzun vadeli bilgiler ediniyoruz.
Ana karakterlerimiz ve bilinmeyen bir gelecekte sevgili olmalarını umut ettiğimiz Mari ve Takahaşi, geceleri açık olan bir restoranda karşılaşıyorlar. Kitap okuyan Mari’nin hiçbir şekilde iletişime geçmek istememesine rağmen Takahaşi’nin teklifsizce masasına oturması ile beraber sohbetleri başlıyor. Peki neden bu saatte buradalar? Takahaşi, müzik grubuyla yaptığı provaya ara vermiş ve bir şeyler yemeye gelmiş. Sohbet sırasında Takahaşi’nin, Mari’nin ablası Eri ile okul arkadaşı olduğunu öğreniyoruz. Eri hiçbir şekilde aktif bir karakter olarak aramıza katılmasa da çok önemli bir figür. Mari’nin aksine çok güzel bir kız, modellik yapıyor ve herkes tarafından çok beğeniliyor. Ancak iki aydır odasında sessiz bir uykuda. Mari ise bu duruma dayanamadığı için gecelerini dışarıda geçiriyor. Bu uykunun akıbeti ve Mari ile Eri arasındaki ilişkinin gidişatı ana hikâyelerden ikisi. Ama daha detay verirsem kitabın sırrını paylaşmış olacağım. O yüzden burada kesiyorum.
Başka bir eksendeki hikâyede ise ana karakterimiz “sıradan görünen kişiler, en tehlikeli olanlarıdır” cümlesinin vücut bulmuş hali, idealize beyaz yakalı Şirakava. Gece saatlerinde çalıştığı için bir süredir eşiyle bile görüşemeyen bu adam, gecelik ilişki kurmak için tam anlamıyla Çin mafyasının kölesi olan bir genç kızla aşk oteli Alphaville’e geliyor ama kızın regl olmasıyla kendini kaybedip kızı darp ediyor. “Aşk oteli nedir?” diye soracaksınızdır. Benim de kitaptan öğrendiğim kadarıyla Japonya’da müşterinin anahtarı alıp kimseye görünmeden odaya girebildiği ve genelde gecelik ilişkiler için kullandığı böyle oteller varmış. Bu noktada karakterlerimizin hikâyeleri kesişiyor. Bu otelin işletmecisi Kaoru, darp edilen ve Japonca bilmeyen kızla anlaşabilmek için daha önce müşterisi olduğunu anladığımız Takahaşi’yi arıyor ve Çince bilen tanıdığı olup olmadığını soruyor. Ne tesadüf ki Mari de Çince biliyor ve kendisinden çevirmenlik konusunda yardım isteniyor.
“Uyku ne kadar derin olsa da, insan bu kadar derin bir aleme adım atmaz. Bilinç böyle büsbütün teslim olmaz.” ve “O uyanmak istemiyor.” cümlelerinin sebebi güzeller güzeli Eri’nin uykusu, Mari’nin kaçışı ama tek başına gecede güçlü duruşu, Şirakava’nın dışarıdan çok düzgün gözüken ama şiddet eğilimi barındıran karakteri; Murakami’nin çok sevdiği düz anlam altındaki sembolizmin vücut bulduğu noktalar. Her insanın dışarıdan göründüğünden çok daha farklı olduğunu bize gösteren birer canlı örnek hepsi. Ama benim bu kitapta en çok ilgimi çeken kavram, süt oldu. Türkçe bir kaynak bulamadım ama yurt dışında yazılmış yorumlarda da bu konu üstünde durulmuş. Kitabın farklı yerlerinde süt karşımıza çıkıyor. Şirakava’nın eşi ana karakterimizin isminin çok benzeri bir marka olan Takanashi süt istiyor. Takahaşi de süt gibi temiz bir figür ve sevgisi ile varlığa anlam katan karakteriyle her insanın hayatında olması gerekli insanlardan. Bir de araştırmam sırasında Google’ın “bunu mu demek istediniz?” çalışmasının güzel bir sonucuyla enteresan bir bilgiye de ulaştım. Bilmemek benim ayıbım ama Takaşi Murakami adında Amerikan pop art akımına karşı Japonya’nın cevabı olarak tanımlanan çok meşhur bir sanatçı varmış ve süt yollarını figür olarak kullandığı eserleri varmış. Haruki Murakami ile bağlantısını ve bir gönderme olup olmadığını çözemedim ama bunun bir tesadüften daha fazla anlam içerdiğini söylüyor iç sesim.
Yorumumu bitirirken düşüncelerimi çok iyi ifade ettiği için daha önce yazmış olduğum Renksiz Tsukuru Tazaki’nin Hac Yılları yorumumdan alıntı yapmak istiyorum. “Belirsizlikler mevcut, bunları yorumlamak okuyucuya kalmış. Murakami’nin diğer romanlarında olduğu gibi her şeyin netleşmemesi, kitabın sonunda bütün olayların çözüme ya da bir yere bağlanmaması durumu bu kitap için de geçerli. Çok enteresan ama bu tamamlanmama, yarım kalmışlık hissi uyandırmıyor bende. Bazı dostlarla yazar üstüne yaptığımız sohbetlerde bu bir problem nitelendiriliyor ama benim için öyle değil açıkçası. Ben “Doğal akış bu ve bitti” diyorum her defasında.” Karanlıktan Sonra da aynı bu hissi bırakıyor damakta. Sanki birileriyle otobüs durağında karşılaşıp onların hayatlarının bir kısmına şahit olmuşsunuz ama onlar otobüse binip gidince hayat kaldığı yerden devam etmiş gibi. Olay örgüsünden ve mutlaka bir sonucuna ulaşan romanlardan hoşlanıyorsanız bu kitabın size çok da hitap etmeyeceğini söyleyebilirim. Ama durum hikâyelerinden ve sembolizmden hoşlanıyorsanız Murakami külliyatı ve bu kitap tam size göre.
Bu kitap da Murakami’nin diğer kitapları gibi kendi soundtrack’ini içeren bir kitap. Aralara serpiştirilmiş bir sürü şarkı mevcut. Ben burada kitapta belirtilmemiş ama kanaatimce aşk otelinin adı itibariyle yine bir gönderme içeren Alman müzik grubu Alphaville’in herkesçe bilinen meşhur şarkısını paylaşmak istiyorum. “Big in Japan” benim de en sevdiğim ve garip sözlerine rağmen neredeyse tamamını ezbere bildiğim nadir İngilizce parçalardandır.
Twitter •
//
çok güzel bir siteniz var ellerinize sağlık!
//
Çok teşekkür ederiz, 23 Aralık’taki Hakan Bıçakcı ile biraraya geleceğimiz buluşmamıza bekleriz.