Hah Buluşması
Bu memleketin evleri hayaletlerle doludur, beraber yaşarız onlarla. Kimi zaman annenin yatağının kenarında, kimi zaman odadaki perdenin arkasında, kimi zaman da babanın kazağında ya da veraset evraklarında görürüz onları. Gitmezler, bizimledirler, istesek de yollayamayız zaten hayaletleri, zira bir yas yasağı konmuştur bu ülkede: kişisel travmalarla yüzleşmeyi aileler, toplumsal travmalarla yüzleşmeyi devlet yasaklamıştır. Biz de ayak uydururuz bu yasağa, belki de bir diyet gibi biliriz bu durumu ve sonuçta yas tut(a)mayız pek. Böylece ruhumuz emilir, yavaş yavaş yas yasağı bize bizi unutturur, kendiliğimizi kaybettirir. Hatta uzun vadede, “bir rüya gördün, ama uyan” diyen de olmazsa, bizi hayaletlerimizle beraber yok eder bu yasak.
Bu haftaki buluşmamızda bu yas yasağını delmeye çabalayan, bize de sessiz sessiz “Uyan!” diyen Hah adlı kitabın yazarı Birgül Oğuz ile beraberdik. Aslında kitabı böyle “yasağı delmeye çalışan” ya da “uyan diyen” gibi şiddetli sıfatlarla betimlemek doğru olmayabilir, çünkü Birgül bu kadar iddialı bir yas edebiyatı projesinin içinde olduğunu hiç düşünmüyor. Çok çalıştığını, en azından kendi yas tecrübesini bütünlüklü bir şekilde yedi buçuk öyküde (“Kırk” bir yarım öykü sayılabilirmiş Birgül’e göre) anlatabilmek için belli kısımları takıntılı bir şekilde defalarca tekrar tekrar yazdığını söylüyor, fakat Hah’ın her şeye rağmen bir yası anlatma/anlatamama çaresizliğinin ürünü olduğunu kabul ediyor. Sohbetimiz boyunca birçok kere belirttiği gibi, Hah “yas karşısında dilin sınırları ve yetersizlikleri içerisinde kalmış olma halinin yarattığı çaresizliği” bize sürekli yaşatan, ama belki de tam da bu yaşattığı ile yasa gerçekten dokunabilen, 12 Eylül travması sonrası bizi hem kişisel hem de toplumsal yasımızdan uyandırmaya çabalayan ama çoğu zaman da burada da eksik kalan, nefesi kesilen, sıfatları tükenen koca bir öykü, uzun bir şiir, belki de bir novella.
Hah’ın bu arada olma halleri, salınmaları, çaresizlikleri o kadar yaygın ki, bunlar kendini anlatım biçiminde de sıkça gösteriyor ve haliyle Birgül Oğuz’a en çok şu minvalde sorular soruluyor sohbet sırasında: “Bu bir öykü kitabı mı? Öyküyse neden şiiri düşünmediniz? Öykü-şiir olabilir mi? Niye şiir gibi yazdınız? Bu kitabı bir de şiir olarak yazmayı düşünmez misiniz?” Bunlara tabii Birgül dahil kimsenin net bir cevabı yok, ama anlatım biçimi ile ilgili bir nokta herkes için net: Genelindeki üslubu, değişken dil yapısı ve metinlerarası göndermeleri ile Hah, çok da kolay bir kitap değil. Okuyucuyu birkaç kere kitaba tekrar başlamaya zorlayan ilk öykünün girişindeki dağınık söyleyiş yapısından, son öykünün kapanışındaki yoğun ve bilinç akışı şeklinde gelişen kısma kadar kitap bizden sürekli takipte olmamızı istiyor. Öte yandan şiire yakın duran dil kullanımı ilgili bir okuyucuyu hızlıca içine alabilecek kadar çekici olsa da bu hızlı akan ritme alışamayan okuyucular öykülerin sonuna kadar gelmekte bazen zorlanıyor.
Bunlara ek olarak, anlatımda dikkati çeken ve gene zorlayıcı olabilecek başka bir noktanın da öykülerde edebi metinlere yapılan göndermeler ve onlarla kurulan metinlerarası ilişkiler olduğu söyleniyor. Oğuz Atay’dan Leyla Erbil’e, İsmet Özel’den Shakespeare’e kadar çok geniş bir yazar kadrosu ile konuşma halinde olan bu öyküler, okuyucuya kendini kimi zaman yetersiz hissettirebiliyor. Nitekim Birgül Oğuz bununla ilgili bir eksiklik hissiyatı olmaması gerektiğini düşünüyor, zira bu bağlantılar yan yatmışlıkları ile bir yandan yas temasını besliyorlar, bir yandan da takip edilebilirlerse edebiyat okuruna keyif veren birer “bonus” olarak öyküyü renklendiriyorlar.
Kitabın bu salınım hallerinden doğan zorlukları bir yana, öykülerin içeriğinin tüm katılımcıları bir yerden yakaladığı sohbet boyunca hissediliyor. Kimisi imgelerde kaybolarak çizilmiş olan o karmaşık duygu tablosuna ve yasın evrelerine takılmış, kimisi devrimci kalmayı beceren gençlerin dinç ve öfkeli halinden bahsediyor, kimisi ölü olarak eve geri dönen babanın yarattığı yas atmosferiyle suskunlaşmış… Peki nedir herkesi bu kadar çeken bu öykülerde? Yas kokan her anın içinde biz okuyucular neler buluyoruz kendimizden ve ötekinden? Yoksa herkese enteresan gelen ölümle yüzleşme konusunun edebi klişelerine mi yakalandı ruhlarımız?
Sanmıyorum, çünkü Hah’ın öyküleri basitçe duygulandırılmış “benim babam öldü” öyküleri değil, daha karmaşık anlatılan “bizim babalarımız, teyzelerimiz, torunlarımız, çocuklarımız öldü” öyküleri. Yani, kitapta kusarak ve şuursuzca akarak yazılmış bir kişisel yas meselesinin çok ötesinde bir şeyle karşı karşıyayız: Yas yazarın bedeninden ve zihninden hep artıyor, hep taşıyor, hep sığmıyor ve sığmadıkça biz ötekilere de sıçrıyor. Kitapta sürekli adı geçen o akasya ağaçlarını hışırdatan rüzgar ağaçtan ağaca, bir gülden bize vuruyor ve akıllarımızı, ölümle hayatta kalma arasında şuurlu/şuursuz uçuruveriyor. Böylece şuurla şuursuzluk arasındaki derin-deli araftan yoğun bir yasın yasasızlığını yazmaya çalışan Birgül, aslında çok da gizli bir şekilde ötekilere eğiliyor ve hiçbir cevap alma garantisi olmadan kulağımıza “Uyan!” diye fısıldıyor. “Burada bir mesele var ve bu hepimizin, sen de konuş diyor, sen de bir akasyasın ve devrimi benden olduğu kadar senden de çaldılar. Sadece ben değil, sen de, o da, diğer ötekiler de, kimse vedalaşamadı sevdiğiyle. Tüm kanayan hayal-etim bundan…” Dolayısıyla Hah’ta bizi çeken yas – o bitmeyen, tutulamamış ve hep sarkan yas – kişisel bir kaybın yasını değil, yazarın yılbindokuzyüzeylül dediği seksenlerin telafi edilmesi zor toplumsal kaybını hatırlatıyor bize. O yüzden bu kadar tanıdık, o yüzden bu kadar buralı ve biz.
Birgül Oğuz sohbetimiz sırasında bu tanıdık hikayeye ebeveynleri ve akrabaları ile ilgili kişisel bir hikayesini de ekleyerek yas hakkında şu gerçekliği hatırlatıyor sohbetimizde: Yas, şuurla şuursuzluk arasında sürekli bir git gel halinde kaybolan, ama hep geri gelen bir şey, çünkü hepimizin evinde yaralı ebeveynler var, ruhlarına işkence edilmiş, hayatta kalmak zorunda bırakılmış… Bizi büyüten ve bizimle büyüyen bu insanlar ne kendinin ne ötekinin yasını tutamamış, hayaletine sarılıp, hayatına kararmış, sonunda da hayattan keyif alabilmeyi ahlaki bir sorun olarak görmeye başlamış. Ve evet, biz bu ağaçların gölgesinde dans etmekten utanan ebeveynlerin çocuklarıyız, keyif bize fazla, zira biz serin ve tenha kalmak zorunda olan çocuklarız, hiç dans edemeyiz.
Sohbetin sonunda Birgül Oğuz’un bizim yanımızdan ayrılması kitabın son öyküsünün son bölümü gibi, bir ihtimal, bir umut, ya da Birgül Oğuz’un deyimiyle zalim nisan tadında. Çünkü gittikleri yerden dönmeyi ummayanların ve “bir daha asla” diyemeyecek olan geleceksiz ölümlülerin herhangi bir nisanda kuşa dönüştüğünü biliyor Birgül. Nisan’ın bir ihtilal ve ihtimal olabileceğini biliyor. O yüzden kitaplarımızı kuşlarla imzalıyor sohbetin sonunda, hepimize “sevgiyle!” diyerek selam çakıyor zalim nisanlara. Ölüme devrimi, devrime ölümü çağırıyor, sırf hayatta kalıp dans edebilelim diye, çünkü biliyor Birgül, uzun sürmüş her günün önünde sonunda kendi akşamına kavuşacağını, susmanın ve anlatmanın, kalmanın ve kaçmanın boşunalığını.
Hah bitti mi bu yazı? Bir ihtimal daha var bitiş için:
Bu kadar sene geçti memlekette, hayaletler eksik olmadı tepemizden, yanımızdan, berimizden…Evlerimizde hayaletlerimizle korkuyu beklerken biz – ki ölümdür kendisi aslen – devrimlerimiz zaten öldü, biz de yalnızca yaslarımızı büyütebildik, çokça susarak. Bugün yavaş yavaş konuşmaya başlıyoruz artık yaslarımızı; sene bindokuzyüzeylül diye bağıran “Hah” konuşmadaki karakterlerden sadece biri, gölgesi de onu okuyan bu akasyaların kocaman üzerinde. Peki zamanı değil midir şimdi, “Ben buradayım ey sevgili okur, peki sen neredesin?” diyen bu yas kitabına cevap vermenin? Onun rüzgarında hışıldaya hışıldaya ağırlaşan bu öteki akasyalar konuşmasın mı, bir gülün davetine icabet etmesin mi, uzun uzun sohbete dalmasınlar mı onunla, kendi hikâyelerini anlatmasınlar mı? Her şeyin bir iç zamanı vardı(r), Birgül Oğuz’un dediği gibi, kıpırtının, savruluşun ve durmanın. Bu iç zaman artık evin kapısında ve dolayısıyla okuduğumuz kadar konuşmalıyız da. Ama daha da önemlisi, aramızdan biri – bir hayalet değil ama – hemen bugün gidip Birgül’le konuşmalı, herhangi bir bindokuzyüzeylül çocuğuyla yani, ve demeli ki “sen çok güzel dansediyorsun Birgül.” Bu “Hah”a borcumuzdur, güzel bir gülüş nisandan eylüle!
Burcu: “Hiç doğmamış olmayı tercih ederdim”
Hazal: “Bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin?”
Nermin: “Anda kalmalıydım ben, ne yapıp edip, köşesiz, kıpır kıpır anda. Onlar mı? Onların hali fenaydı. Onlar odadaki taze mezarı seyrediyordu. Onlar, durup dururken önlerinde açılam geniş kanatlı kapıdan,hayretle, ha, şeyi: Soğuk. Uygunsuz. Nemli.” (sf. 21)
Şura: “Kızım sen ölüyorsun, dedi baba. Hava ne güzel der gibi: Rû’ya, sen, ölü” (sf. 75)
Aydın: “Onlar hep birlikteydi. Bir ben bir başımaydım. Onlar hiçbir şey anlamayacaktı. Her şeyi ben belleyecektim.” (sf. 29)
Ali Can: “Şükürler olsun beni vakitsiz azat eden anama. Ben serin ben tenhayım.” (sf. 15)
Bahadır: “Allah’a sırtını dön ve dilini öyle çıkar.” (sf. 33)
Büşra: “Madem kaldı bu silinmez yaşamak suçu üzerimde, de, kuşanacağım kılıç, çıkıp gideceğim kapı nerede? (sf.22)
Merve: “Acı insanları bir araya getirir ama bir arada tutamaz. Beni kavmimle bir tutmayın. Çaycıyım ben, ağlayıcı, tedarikçi, refakatçi.” (sf. 23)
Birgül : “Dik gibi dur!”
begokuadmin
Sınır tanımayan okurların buluşma noktası