“Hişt hişt!”
“İyi günler!” dedim; sahilde, belki de Sait Faik’in yıllar önce yaptığı gibi uzanıp denizi, kuşları, tekneleri, balıkçıları izleyip bir yandan da Havuz Başı‘nı okurken yanıma gelen amcaya. “Senin iyi günlerin olsun!” dedi bana, eski fırıncı, eski Kınalıadalı, kendi deyimiyle yeni (15 yıllık) Burgazadalı. Sokaklarında insandan çok hayvan bulunan, köpeklerinin kedi maması yediği, kargaların martılarla yemeğini paylaştığı, hüzünlü, aynı zamanda huzurlu, ferahlatan, her bir köşesi buram buram Sait Faik öyküsü kokan Burgazada…
Ne güzel bir dilekte bulunmuştu bana o amca ve sahi, ne iyi gelmişti orada olmak. Ne iyi gelmişti Sait Faik, kendini yok etme eşiğinde olan ruhuma. Canlanmaya ihtiyacım vardı; yaşadığımı hissetmeye, umudumu yeşertmeye, olanı kabul edip sakince, ağır ağır ilerlemeye, yine de sevmeye, sevebilmeye… İçimde bir keşfin sancısı vardı; değişmeye karar vermenin sancısı, korkusu. Değişmek zordu, hiç istememiştim o güne kadar. Olmayanı oldurmaya çalışmak, olduramayınca yarım kaldı sanmak, defterleri kapatamamak, ümitvâr hâlimi hep yanlış kullanmak, boyumdan büyük hayal kırıklıkları içinde kaybolmak, haksızlığa uğradığını düşünmek, gözüme bir mercek takarak yaşananın güzel taraflarını büyütmek, olmayanı sorgulamak, anlamaya ve çözmeye çalışmak, bırakamamak ve kendini yok ederek inatlaşmak… Dahası; bunlarla var olduğunu hissetmek, hüzünden beslenmek, bitişin acısını yaşayıp tüketip devam edememek; çünkü bitirememek. İşte, bundan sonra böyle devam etmemeye karar vermek, kendini bildi bileli hayatı bu şekilde yorumlayan ve yaşayan ‘ben’ için o kadar zordu ki… Değişmek, bırakmayı ve devam etmeyi seçmek, her şeyi olduğu gibi kabul etmek, olmayanlar için oldurma mücadelesine girmeden sadece durmak ve beklemek, düşüncesi bile kabul edilemez şeylerdi bu bünye için. Hep övünürdüm zoru sevdiğimle. Ama artık değişmeli ve bir de kolay olanı denemeliydi. Yanlışta ısrar etmek, yarım kalmış hissetmek, sürekli hatırlamak, anlamlar yüklemek, canlı tutmaya çalışmak, ‘ben’i yok ediyordu ve günün sonunda kala kala şaşırmış, yorulmuş, kendine acıyan bir ‘ben’ kalıyordu.
Bu da neyin nesiydi böyle ve ben bunu bunca zaman nasıl olur da sorgulamamıştım? Bunun, yaşamayı ve ilerlemeyi bu derece zorlaştıran bir şey olduğunu nasıl da fark etmemiştim? Bu defa mücadele yok, ısrar yok; hayat var, önce sakince durmak ve beklemek, sonra devam etmek var, umudu doğru şekilde kullanmak var. İşte bu nedenle Burgazada var, işte bu nedenle Sait Faik var. Sığındığım bu ikili, beni tekrar yaşama döndürsün diye var, bana ‘ben’i ve hayatı sevdirsin diye var. Nasıl ferahlatıcısın sen Sait, nasıl hissediyorum, nasıl anlıyorum seni burada, senin gezdiğin yerlerde senin baktığın taraftan bakarak hayata… ‘Sokakların içinde sırtımda talihim, sırtımda kendim yürümeliyim’, dedim geldim yanına. Senden umut almaya, içimi kocaman yapmaya geldim. Tamir olmaya, kendi tuzaklarımdan kurtulmaya geldim. Sırt üstü uzandım denizi seyrettim, kedilerle köpeklerle konuştum, balıkçılara selam verdim, Kalpazankaya’da gün batımını izledim, sohbet ettim Madam Martha’da kayalıkları döven denizle, gülümsedim, ‘baktım durdum insanların yüzüne sevmek için, yüzlerine bakarak sevmek için. Evet, yüreğimi bir şey, bir demirden avuç da sıkmıyor değil’di hani ama onun da keyfini yaşıyor, onu da sindiriyordum. “İçim ona, nehirlerin denize aktığı gibi akıyordu”, kocaman sevmek, kocaman heyecanlanmak isterdim, güzel severdim, sıkmadan, yormadan, boğmadan ve boğulmadan, sıcacık olsun isterdim içim ve sıcacak yapmak ‘içini’. “Öyle hayaller kurdum ki hakikat olmamaları için hiçbir sebep yoktur. Kendi kendime derdim ki: Bu kurduklarımın hakikat olması için insanların biraz daha iyi olması yetmez mi?” Ama öyle değilmiş işte. İstedim, olmadı. Bu defa bu yalın gerçekliği kabul ediyordum. ‘Ben’ hâlâ buradaydı ve bana kalan da buydu. “Sadece seviyordum. Yaşamak istiyordum. Sevilememiş insanın bütün hırsıyla sevilmek için, en sevilemeyeceğim yerden çabalayıp duruyordum.” Ama artık gereksiz mücadele yoktu, büyüme, düşünme ve değişme zamanıydı. Evet, ‘kendini tatlı bir rüyaya kaptırmış bir adamı ne diye uyandırmalıydı’ ama uyandıktan sonra o hayalin peşinde koşup, o gerçekleşmeyen hayale ağıtlar yakmaktansa ‘hülyalarım ince sopaların kırılması gibi çat çat kırılmış olsa da’, artık biliyordum ki ümitvâr için her zaman ümit vardı. ‘Her şeyimi bağladığım, durmadan yanıldığım, istediğim kadar bol hasletler, adilikler, iyilikler, kötülükler, delilikler, akıllılıklar, sevdalar yüklediğim insan yüzleri’ vardı ve şeylere anlamlar yükleyen, o şeyleri yücelten ‘ben’dim aslında. Ama artık yüceltmeyecek, kendi değerimi sadece kendimle ölçecektim. ‘Bayramım, çocukluk bayramım salıncaksız geçmiş gibi gözüme yaş dolacaktı’ tabii ki üzülecektim; ama bu defa yarım kalana değil, bitene… Tabii ki zor, “bir kara dumandır kaplar içimi, insan bayağı üzülüyor yahu!” Ama bu defa bu da kabul edilecek ve yaşanıp tüketilecekti. Ne garip bir şeymiş bu ‘bitiş’ denen. Ve ne kadar da hafifleticiymiş. Her şey çok açık, her şey çok basit, her şey çok yalın ve bu haliyle güzel aslında.
“Nereden gelirse gelsin dağlardan, kuşlardan denizden, insandan, hayvandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin!.. Bir hişt hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları…
— Hişt hişt
— Hişt hişt
— Hişt hişt!”
Ve tam o sırada deniz sesleniyordu bana. Hişt hişt, diyordu. Gelsene, anlatacaklarım var sana… Kalktım, Burgaz sokaklarında dilimde marş olan Hişt‘i söyleye söyleye gittim onunla buluşmaya.
Burcu Arslan
Uzun uzun anlatmaya gerek yok sanırım. "Dünya bir düştür."
//
Hayatla kitabın buluştuğu uzun zamandır okuduğum en güzel by burcu arslan yazısı..