“İstanbul’da tifüs, memlekette zelzele, dışarıda harp ve ben sana âşığım.”
İlk kez 1951’de Varlık Yayınları tarafından yayınlanan Havada Bulut, Bilgi Yayınevi ve YKY Yayınları‘ndan sonra 2003 yılında bu yana Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından basılıyor. Hatta rivayet odur ki, Sait Faik kitabın adını Kovada Bulut olarak belirlemiş; ancak Yaşar Nabi bu ismi beğenmemiş ve Havada Bulut olarak değiştirmiş. Hem kitabın hem de içindeki hikayenin adı da bu şekilde değiştirildikten sonra basılabilmiş Havada Bulut. 2003 yılında ise Ayfer Tunç tarafından senaryolaştırılarak TRT 1’de dizi olarak yayınlanmış.
Bu teknik bilgiden sonra asıl meseleme geleyim: Buhranlı günlerimde kaçıp sığındığım, buram buram yalnızlık kokan hikâyelerinin satırlarında derdime çare, ya da hiç olmazsa bir ortak aradığım, bir yandan canımı sonuna kadar acıtmasını isterken diğer yandan da içimi ferahlatmasını umduğum, insansızlık ihtiyacı içindeyken aynı zamanda insanları sevebilmek için bir işaret ya da sebep aradığım Sait Faik öyküleri arasından bu defa Havada Bulut‘u seçtim, içinde önce kaybolmak ve sonra yolumu bulmak için.
Bu defa zorlanıyorum yazarken; nereden başlamalı, nasıl devam etmeli, hangi kelimeleri seçmeli, nasıl anlatmalı da o güzelim hikâyelerin hakkını vermeli, okurken içimde beliren o engin denizi ve o denize akan ırmakları, o müthiş aydınlığı, sonsuzluğu, ferahlamayı, sevgiyi nasıl ifade etmeli, bilmiyorum. Birbiriyle bağlantılı hikayelerden oluşan ve belki de bir ‘post modern roman’ olarak bile tanımlanabilecek Havada Bulut aslında bir olmamışlığın, yarım kalmışlığın, hayal kırıklığının, küskünlüğün hikâyesi. Kovasındaki suda taşıdığı bulutu ya da güneşi eve götürebileceğine inananların, sevilmemişlerin, çok üzülmüşlerin, sarhoşların, bir zaman güzelken çirkinleyivermişlerin, hasılı içi rahatsızların hikayesi… Hâl böyleyken şu soru kaçınılmaz oluyor: Bu hikâyeler nasıl oluyor da bende böyle bir ferahlama ve sevme hissi yaratabiliyor? Tüm bu olmama, olduramama, sorma, sorgulama, anlaşılamama, yarım kalma, unutulma, bekleme, yalnızlık ve kalp acısı, ruhumun var olduğunu hissetmek için kullandığım bir tür yöntem mi? İnsan olduğumu hissedebilmek için tüm bu insanlık hallerine mi ihtiyaç duyuyorum? Bu ihtiyaç mı ferahlatıyor okurken içimi? Yoksa, hikâyelerdeki anlatımın akıcılığı ve yumuşaklığı, tüm yaşananların olduğu gibi kabullenilişi ve her şeye rağmen var olan umut mu tüm bunlara rağmen içimi açan? Sanırım, bu soruları, cevap alma amacında olmadan, bizzat kendisine sorabilmeyi, onunla uzun uzun sohbet edebilmeyi ya da oturup sadece susabilmeyi çok isterdim.
İlla bir cevap istiyorsam, cevabı yine Havada Bulut‘un satırlarında bulabilirim aslında. 35 yaşına kadar hiç kimseyi böyle sevmemiş ama bu sevmesi hor kullanılmış; karşılık görmemiş, umut verilmiş ama kandırılmış, hırpalanmış ve sonunda sevdiğine erişip onunla konuşamadığı için önce erik ağacıyla sonra da köpeğiyle arkadaş olup konuşmaya başlamış olan Ahmet Bey aslında “hiçbir şey yapmak istemiyordu. Sadece seviyordu. Yaşamak istiyordu. Sevilememiş insanın bütün hırsıyla sevilmek için, en sevilemeyeceği yerden, çabalayıp duruyordu. Istırap çekiyordu. Hiçbir şey olmayacağını hissetmemesine imkân yoktu. İşte yaşamak istiyordu.” Belki de, son derece basit ve basit olduğu için güçlü bir anlatım eşliğinde ıstırap çekmek, sevilememek, sevmek ve yaşamak kelimelerini art arda okumaktır her şeye rağmen içimi yaşama isteğiyle dolduran. Hikâyelerin genelinde buna benzer bir durumu sık sık gördüm aslında. “Seninle artık konuşamayacağım. Seni görmek bile istemiyorum. İçim kan ağlıyor.” dedikten hemen sonra gelen “Görüyorsun ki, seni hâlâ seviyorum. Seni sevdiğim için de gözümü dört açıyorum.” cümlelerini ya da karanlık sokakta duyulan bir ıslığı “insanın içini ezen; bir dost, bir sevgili, bir uğrunda ölünecek birini çağırır gibi; iç ezen, insana üzüntü, şevket, zevk veren bir ıslık…”olarak tanımlayan bu kelimelerini okurken ya da “Dünya üzerinde gördüğüm şehirlerin mahallelerini hep böyle perişan, dalgın, meyus dolaşırdım; tahlil edemediğim öyle tuhaf yumuşaklıklar, acılar duyardım.” cümlesi üzerine düşünürken, birbirine tezat gibi görünen hisleri eş zamanlı olarak yaşamam, çok da anormal değil sanırım.

Hayaller gerçeklerden ‘daha kolay ve daha doğru’ olduğu için küçük hayaller kuran ve kurduğu bu hayallerin gerçek olabilmesi için gereken tek şeyin ‘insanların biraz daha iyi olması’ olduğunu düşünen, tüm kalbiyle ve hayatıyla seven, hayalleri gerçek olmak bir yana, sevdiği tarafından hor görülen, kullanılan hatta terk edilen; buna rağmen vazgeçmeyen ve bu defa büyük hayaller kurmaya başlayan ‘köpekli adam’ Ahmet Bey, bağıra bağıra uzaklaşmak istediğimde aslında kaçılacak başka bir dünya olmadığını tekrar gösterdi bana. Mademki insanlar, dünyayı bu şekle sokacak kadar düşürmüşler bundan sonra ben de onun gibi yapmaya, içimin mahalle ve meyhanelerini insanlarla doldurmaya karar verdim. Hayal kırıklığı, şaşkınlık, sevilmeme, unutulma, bir aşk uğruna bir ömür harcama, yılmadan sevmeye devam etme, hüzün, yarıda kalmışlık ve yalnızlık bâki ise eğer, kabullenme, hayal, umut ve sevmek de bâkidir. Ve eş zamanlı yaşanan tüm bu hallerdir bana insanlığımı hatırlatan…
Bitirirken; keşke, diyorum, keşke onu tanıyıp, her bunaldığımda kitaplarına değil de onun yanına, o kurtarılmış dünyaya koşabilme, o dünyanın sıcaklığını, saflığını, farkındalığını, yalnızlığını ve korkusuzluğunu paylaşabilme şansım olsaydı. Ve tüm çirkinliğine rağmen dünyaya, Sait Faik’in penceresinden bakıp şöyle diyebilseydim:
“Baktım durdum insanların yüzüne. Hani hikâye yazmak, onlara dair düşünmek için sanma! Sevmek için, yüzlerine bakarak sevmek için.”
Burcu Arslan
Uzun uzun anlatmaya gerek yok sanırım. "Dünya bir düştür."