Bir süredir arşivde Akşam gazetesinin 1940’lı yıllarını tarıyorum. Sadece araştırdığım meseleye bakmak yerine başlığı ilginç gelen her şeye göz gezdirdiğim için ünlülerin aşk üçgenlerinden ilaç ve doktor reklamlarına kadar farklı düzlemde birçok konuyu okuma fırsatına eriştim. Bugünkü yazımın konusuna da işte bu şekilde rastladım. Bizde Neden Muharrir Yetişmiyor? (*muharrir: yazar) başlıklı bir anket-röportaj serisinde farklı simalara başlıkta da bulunan soruya ek olarak yazarlığın zorlukları ya da dil devriminin edebiyata etkisi üzerine bazı sualler yöneltiliyor. Başlangıçta pek de ilgimi çekmeyen bu seride karşıma Orhan Veli de çıkınca “bir saniye” dedim. Bu yazıda bu sorulara Orhan Veli, Melih Cevdet, Oktay Rifat ve Sait Faik’in nasıl cevap verdiğini aktaracağım. Yalnız, bugün edebiyatımızın en büyük isimleri arasında sayılan bu kişilere kalkıp Bizde Neden Muharrir Yetişmiyor diye anket yapan Sadettin Gökçepınar’ı da kutlamak lazım! Zaten Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rifat 1949’da henüz genç olsalar da suali sorguluyorlar… Sait Faik’e ise öyle bir soru zaten sorulamıyor.
Bizde neden muharrir yetişmiyor diye soran Gökçepınar’a Melih Cevdet şöyle cevap veriyor:
“Demek yurdumuzda bir zamandan beri yazar, sanatçı yetişmediği herkesçe kabul edilmiş de şimdi bunun nedenleri araştırılıyor, öyle mi? Bana kalırsa sanatın bizim kuşakta gösterdiği gelişme dünya anlayışı bakımından, memleket gerçeklerini kavrayış bakımından, dil bakımından bizden öncekileri kıskandıracak durumdadır. Önce bizden sonra yazar yetişmedi diyenlere bir bakın: Çoğu çoluk çocuk saydıkları bizleri okumuyor; içlerinde ‘yeni bir yazar yetişseydi bana haber verirlerdi’ diyen bile var. Oysaki okumak yalnız hoşça vakit geçirmek için değil, bir çağı o çağın kişilerini, düşünlerini anlamak için gereklidir. Bizden öncekiler zaman zaman hoşa giden eğlencelik yazılar yazmışlardır. Ama hiçbirinde batılı anlamında, gerçek fikir yoktur. Böyle olduğu halde biz bizden öncekileri okumaktan geri durmuyoruz…”
Oktay Rifat soruyu revize edip nesil farkına ve bundan daha önemli gördüğü Türkiye’nin özgün koşullarına dikkat çekiyor:
“Gelin şuna, bir zamandan beri bizde muharrir neden yetişmez oldu? deyiverelim. İsterseniz, ‘bir zamandan beri’ sözünü ‘Cumhuriyet’ten bu yana’ sözleriyle de değiştirebiliriz. Var böyle bir kanaat çünkü…Böyle düşünenlere bakarsanız Cumhuriyet’ten bu yana Türkiye’de muharrir yetişmemiştir. O büyük şairlerin, romancıların, hikâyecilerin, tiyatro yazarlarının, yani şu Fikret’lerin, Cenap’ların, Halit Ziya’ların, Süleyman Nazif’lerin yerleri bomboş durmaktadır. Nerede o büyük adamlar, nerede bu neslin çurçurları!… İşin tuhafı, gençler arasında da bunun tam tersine bir kanaat yerleşmiş. Gençler de diyorlar ki, yakın tarihimizde, yazar sanatçı yetiştiyse, Cumhuriyet’ten sonra yetişti. Romancıyı da şairi de hikâyeciyi de bizim neslimiz verdi. Bizden öncekilerin dili Türkçe bile değildi, nerede kaldı güzel eser vermek! Bu iki kanaatten acaba hangisi doğru? İkisi de doğru. Eski nesle göre birinci kanaat, bizim nesle göre de ikinci kanaat doğru. Bu taban tabana ters görüş, sadece bir nesil ayrılığından ileri gelmiyor…Bence bunun sebeplerini sosyal tarihimizde aramalı…”
Sonrasında modernleşme tarihimizi anlatmaya başlayan Oktay Rifat sözlerini bir hayat dersi ile tamamlıyor:
“Sözlerimi derleyip toplamam gerekirse, kısaca şöyle diyebilirim: Türkiye’de Cumhuriyet’ten bu yana güzel sanatlar alanında birçok değerli sanatçılar yetişti, hâlâ da yetişiyor. Sonradan çıkan boynuz kulağı kat kat geçiyor. Yaşlı başlıların yazı alanında gördükleri çoraklık, ölçülerdeki aykırılıktan doğuyor. Ama hayat bizden yanadır. Çünkü hayatın eskiyi tuttuğunu şimdiye kadar gören olmadı.”
Orhan Veli’ye göre ise ortada bir başarısızlık varsa onun da sebebi yaşlı nesildir:
“’Bizde niçin muharrir yetişmiyor?’ sualini, çoğu, yaşlılara sordunuz. Böyle bir sual onların hoşuna gitti. Çünkü, suali, ‘Niçin sizden sonra muharrir yetişmiyor?’ şeklinde aldılar. Böyle olunca da sualin doğru olup olmadığı üzerinde düşünmek, akıllarına bile gelmedi. Doğruluğu peşin peşin kabul edilmiş bir hükme sudan sebepler aradılar. Oysaki, her şeyden önce, bu sualin doğru olup olmadığını düşünmek lazım. Size hemen itiraz edip, ‘Hayır, bizde de muharrir yetişiyor,’ diyecek değilim. Diyelim ki muharrir yetişmiyor. Ama acaba daha evvel yetişiyor muydu? Bugünün genç yazarları arasında hiçbir değerli imza bulamayanlar, bundan yirmi beş otuz yıl önce, yani kendi gençliklerinde ne yapmışlardı? Onların o gün yaptıklarından bugüne ne kaldı? Üstelik, nesillerin yetişmesinde, daha evvelki nesillerin de payı olacağına göre, bugün bizde muharrir yetişmemesinin sorumluluğuna bugünün yaşlıları iştirak etmeyecekler mi? Ne yazık ki, bugünün gençleri eskilerden, ancak kötü örnekler görerek faydalandılar. Eskiler bugünün gençlerine yapılması gerekeni değil, yapılmaması gerekeni gösterdiler. Gerçi bu da bir hizmettir. Ama hizmeti bundan ibaret olan bir neslin kendinden sonrakilere dil uzatması da biraz fazla olur gibi geliyor bana.”
Gelelim Sait Faik’e… Gökçepınar Sait Faik’e bizde neden yazar yetişmiyor sorusunu sormuyor. Kendisinin uzun süredir çok az eser verdiğini söyleyip bunun sebeplerini araştırıyor. Buradan Sait Faik, bir yazarın o dönemde yaşadığı sıkıntıları tek tek sıralayıp hem günün şartlarının hem de edebiyat dünyasının bir panoramasını sunuyor. Yani aslında bizde yazar yoksa, ya da varsa da yazamıyorsa, sebebi bunlardır diyor:
“Şu karşıdaki sandalı görüyor musunuz? Bakın. Sahile yaklaşıyor. Onu yürüten şey nedir? Kürekleri değil mi? Ya şu martılar? Kanatları yolunsa artık uçabilirler mi? Düşünce de böyledir. Dört duvar arasına kapatılmak istenirse kanatsız kuş, küreksiz sandal oluverir ve bütün manasını kaybeder…Medarı Maişet isimli bir hikâye kitabı çıkarmıştım. Hayatı toz pembe görmüyorum diye mahkemeye verildim. Üç beş kuruş kazanalım derken iki bin lira mahkeme masrafı ödedim. Üzüntüsü de caba. Kahramanlarım rahat etmek için hapse giriyorlardı…Bizim gazete ve mecmuaların sahipleri kendilerine ufacık bir mesuliyet gelmesini istemezler. Hele para vermekten ödleri kopar. Bu sebeple yayınlarımız tercümelerle dolup taşıyor. Bundan âlâ şey mi olur mu? Ne para vermek ne de mahkemeye çağrılmak korkusu var…Şunu da ilave edeyim ki zarar gördüğümüz bir hâl daha var: Başını bir yere sokmuş bazı muharrirler var ki bizde edebiyat yoktur diye dışarıdaki kıymetleri inkara kalkıyorlar.”
Gerçekten de seri boyunca burada andığımız tüm yazarlar bir hürriyet yoksunluğuna bir de yazarların içinde bulunduğu maddi koşullara sık sık atıfta bulunuyor. Melih Cevdet Anday da gazetelerin para vermemek ve tahkikata uğramamak için sürekli tercüme yaptığından yakınıyor. Şu söyledikleri ise çok bizden, içimizden:
“Yazarın hürriyeti yok. Diyelim bir yazar, hırsız memuru anlatmak istiyor, değil mi? Yazamaz. Devleti tahkirden yakasına yapışırlar. Ya aç kalan bir köylü? Olamaz, milli birlik var… Piyesinizde rakı içilen bir aile sofrası varsa aileyi yıkmak gibi korkunç bir suçla suçlandırılırsınız…. Kısacası kimin karşısında çıksanız, nereye gitseniz karşılaşacağınız durum şudur: Bizde sanatçının yurt sevgisinden de, samimiyetinden de namusundan da şüphe edilmektedir. Sanki sanatçı bu yurdun çocuğu değilmiş gibi… Namık Kemal piyeslerini istibdat devrinde oynattı; Moliere çevresini kızgınlıktan deliye döndüren eserlerini kralın karşısında oynadı; Gogol’ün hemen bütün Rus memurlarını hırsız gösteren Müfettiş’i çarlık rejiminde sahneye kondu…”
Bu anket serisinde “genç” diye tabir edilen bu yazarlara sorulan bir başka mesele daha var. Dilin değişimi, dil ve alfabe devrimi. Burada dört yazar da ağız birliği etmişçesine bu değişikliklerin hepsinin halka ulaşmak için önemli adımlar olduğunu savunuyor.
Melih Cevdet çok tatlı bir biçimde polemiğe girip Halit Ziya Türkçesine laf sokuyor. Bu arada şunu da belirtmeden geçemeyeceğim… Eskilerle ilgili bir şey diyecekleri zaman bu yazarların hepsi bir kez Halit Ziya’dan muhakkak bahsediyor. Hem Halit Ziya’nın hem de ada tasvirlerinin zihinlerde sembolik bir “eski” imajı olduğu besbelli:
“Tabii bu yüzden ilk defa bizde de gerçek anlamda bir milli edebiyat doğmaya başlıyor. Yazar elindeki bu yeni aletle geniş halk yığınlarına gidebiliyor. O yığının meselelerini ele alabiliyor. Yeni dil onun dumanlı bir kafadan kurtulup artık çıplak düşünceyi bulmasına yardım ediyor. Sanatçıların da bilginlerin de yeni meseleleri yeni fikirleri ortaya atmak zamanı gelince, dillerini yeni baştan gözden geçirdiğini hatta yeni bir dil kurduğunu bilmeyenler işi ‘yeniler Türkçe bilmiyor’ demeye kadar vardırıyorlar. Biz bilmiyorsak Halit Ziya Bey mi biliyor? Şiiri hikâyeyi kuş seslerinin, ada sevdalarının tasvirinden ibaret sayanlar ellerine geçen yeni bir sanat eserinde veremli balgamından bahseden bir satır gördüler mi yüzlerini buruşturuyorlar.”
Sait Faik de ağır tasvirleri eleştirdikten sonra aynı noktaya parmak basıyor:
“Bir de yaşlıların eserlerine bakın. Hayatla ne derece alakaları var. Gülden, bülbülden, ada çamlarından, akşamlardan, kukla kahramanlardan, prenseslerden, süslü gemilerden, teşbihlerden, istiarelerden ibaret. Bunlardan artık hoşlanan kaldı mı bilmiyorum. Biz kendimizi onlar gibi halktan üstün halktan uzak görmüyoruz. Bilakis halkla beraber yaşamak halkı anlatmak istiyoruz. Bu kitlenin içine hakikaten girdiğimiz gün ortada ne hürriyetsizlikten ne de insanlar arasındaki korkunç uçurumdan eser kalacaktır…Dil değişmesi fevkalade güzel bir şey. Yeni edebiyatçının hitap ettiği zümre esasen eski dili anlamıyor. Bu sebeple dilin değişmesi zaten lazımdı…Ancak bu yeni dille eski edebiyatın son tozlarından silkelenebiliriz. Eskiyle olan son bağlarımızı ancak bu yeni dille koparabileceğimize kaniyim. Yeni fikirler yeni kalıplar içinde anlatılmalıdır. Yeni edebiyatımız için dil devrimini büyük bir şans ve kazanç sayıyorum.”
Ve Orhan Veli dildeki değişim ile alfabedeki değişimi birbirine bağladıktan sonra son noktayı koyuyor:
“Birçok şeyde olduğu gibi, dilde de, devrimci hareketlere karşı durmak isteyenler kendi gördükleri işin doğruluğuna, değişmezliğine inananlardır. Bunlar tez zamanda yıkılıp gideceklerdir. Zaten bu hareketi günün icabı sanmak da yanlış. Dil hareketi bugünün işi değildir. Edebiyatı halkın değil de ufak ve mümtaz bir zümrenin malı sayan Divan devri, yazı dilini konuşma dilinden ayırıyordu. Bir milletin iki ayrı dili olamayacağı, edebiyatın o mümtaz zümreden çok halkın malı olduğu Tanzimat’la anlaşıldı. Dil alanındaki çalışmalarımız, Tanzimat’tan hemen sonra, fiili olarak Şinasi’nin Şair Evlenmesi, nazari olarak da Fuat ve Cevdet paşaların Kavaid-i Osmaniye’si ile başlayan, Ziya Paşa’lar, Namık Kemal’ler, Ahmet Mithat Efendi’ler, Vefik Paşa’lar, Şemseddin Sami’lerle devam eden ve en şuurlu halini Genç Kalemler’de alan hareketin devamıdır. Doğruluğuna inanmış olmalarına rağmen onlar bu davanın gerçekleşmesi yolunda pek az şey başarabilmişler. Bu yolda en hayırlı adımları son yılların yazarları attılar. Kendilerine Latin harflerini kabul etmiş olmamızın da büyük yardımı dokundu. Halkı küçümsememek, ayrıca da Latin harfleriyle yazmak zorunda olan yazar Türkçe yazmak zorundadır…Kelime yoksa icat edilir. “Tayyare” kelimesine alışan millet “uçak” kelimesine de alışır. Kaldı ki birinin kökü yabancı bir dilde, öbürünün kökü kendi dilinde.”
Bu seriyi okurken gerçekten çok keyif aldım. Burun kıvırdığımız-kıvıracağımız yeni kuşak yazar ve sanatkârlarımızın bir Orhan Veli bir Melih Cevdet potansiyeli taşımasını canı gönülden diliyorum efendim!
Kaynak: Akşam, Ekim-Kasım 1949.