Eva Illouz Hebrew Üniversitesi’nde sosyoloji profesörü, ve ‘Soğuk Yakınlıklar: Duygusal Kapitalizmin Şekillenmesi’ onun zamanın ilişkilerini, terapi anlayışını, çöpçatanlık sitelerini incelediği kitabı. Illouz, duyguların her zamankinden daha fazla hayatımızın içinde ve herkesin gözü önünde olduğunu savunuyor. Bunun böyle olmasının belki de kapitalizmle duyguların iç içe geçtiği düzende çok daha mümkün olduğunu söylüyor ve kanıtlıyor bize. Kanıtlıyor, demek belki biraz güçlü bir ifade olur. Size bu kitabın bölümlerini kendi naçizane yorumlarımla tanıtmaya ve yeri geldiğinde eleştirmeye çalışacağım. Eva Illouz’un İngilizce okumuş olduğum kitabını İletişim Yayınları’ndan Özge Çağlar Aksoy’un çevirisiyle bulabilirsiniz.
Illouz’un kitabının ilk bölümü, işyerinde terapinin önem kazanması ve insanların verimliliğini arttıran bir unsur olarak görülmesini açıklayarak başlıyor. Illouz şöyle diyor: ‘Duyguların prizmasından baktığımız zaman kapitalist işyeri aslında sanılanın tersine duyguların çok daha fazla yer aldığı bir alan.’ (sf.24) İşyerindeki terapistler ailelerindeki sorunları bir şekilde işyeriyle bağlantılı yaşayan insanların rahatsızlıklarına çare bulmaya çalışıyorlardı. Görevleri konuşmaktan çok anlamak ve dinlemek, daha çok karşı tarafın anlatmasına izin vermek ve devam etmelerini gerektirecek soruları sormaktı. Bu şekilde işçiler bazen deyim yerindeyse sakinleştirilmiş ve işyerine entegre edilmiş oluyorlardı.
Kitabının ikinci bölümünde Amerikan kültüründe baskın olan ve giderek diğer kültürlerin de etkilenmiş olduğu terapi şeklinden bahsediyor. Kendi kendine yardım (self-help) olarak ortaya çıkan bu anlayış birçok insanın acılarını atlatması ve kendini Anka kuşunun küllerinden doğuşu gibi yeniden yaratmasını ifade ediyor. Oprah Winfrey’nin programlarından yola çıkarak anlatılan hikayelere bakan ve bu hikayeleri inceleyen Illouz en sonunda acı çekmenin nerdeyse insanın kendi hikayesini yaratmak için kaçınılmaz olduğunu ve bu acının, insanın nevrozlarından kurtulmasına engel olacak kadar merkezi bir rol oynadığını söylüyor. Öyle ki psikolojinin düzelmesini gerektiren unsur acı çekmek ve sonrasında bir şekilde başarılı olmak. Herkesin eski sevgilisine yahut eşine dönmek istemesinin ve başına gelen olayları atlatamayışının çok sorunlu hareketler olarak temsil edildiği bu genel algıda, aslında insanı geriye çeken her davranış kurtulunması gereken bir davranış haline geliyor.
Bu anlayış tabii ki Freud’un anlayışına ters çünkü Freud insanın düz bir çizgide ilerleyebileceğine ve kendi kendini bilerek ve isteyerek tamamen iyileştirebileceğine inanmıyor. Freud insanın ruh halinin daha çok döngüsel olduğunu söylüyor ve bağımsız eşleştirmeler, aktarım, direniş, rüyalar aracılığıyla düzeleceğine inanıyor. Özellikle de alt sınıflardan gelen ve nevroz sahibi kişilerin bu acıların farkında olmalarının onları daha fazla nevrotik harekete sürükleyeceğini düşünüyor. Tabii ki Illouz burda psikolojinin Freud’dan bu yana geçirmiş olduğu evrimlerden bahsederek insanın kendi kendisine yardımcı olmasının ve kendini yeniden yaratarak bir başarı hikayesi oluşturmasının çağın psikoloji anlayışına ve bir yandan da kapitalizme ne kadar oturduğunu gösteriyor. Bu anlayış aslında psikoloji alanında sınıflar arası bir çeşit demokratikleşme sağlıyor. Fakat bir yandan da herkesin kendi başarı hikayesini yaratmasının arkasında yatan yapay bir üretim sistemi var.
Bu noktada ‘self-realization’ yani kendini gerçekleştirmekten bahseden Illouz’un Marx’tan örnekler verdiğine de şahit oluyoruz. Fakat kendisi burda Marx’ın -belki de bilerek- ‘human flourishment’ yani benim uyduruk çevirimle ‘insanın serpilmesi’ (karaktersel anlamda bu da bir çeşit kendini gerçekleştirmek fakat daha sosyal kaynakları olan bir anlayış, bireysel bir gelişimden öte) gibi bir terime başvurmuyor. Belki bu karşılaştırma da güzel bir araştırma konusu olabilir diye düşünmeden edemedim.
Üçüncü bölümde romantik web sitelerini inceleyen Illouz burda insanların nasıl ‘commodification’ sürecine yani ‘metalaştırma’ sürecine dahil olduklarını anlatıyor. Birçok kişi aslında bu websitelerinden faydalanırken buluşmalara ve arada geçen konuşamalara alışıyorlar, hatta öyle ki hayal kırıklığına uğrayanlar da çoğunlukta olabiliyor. Yine de sayıca fazla olan bu websiteleri aracılığıyla evlenecekleri kişileri bulanların sayısı da hiç azımsanacak gibi değil. Illouz burda, insanların kendilerini tanıtırken nasıl olduklarından daha otantik bir biçimde yansıttıklarına dikkat çekiyor. Sözler ve cümleler o kişinin bir diskoda dans edişinden önce insanların gözü önünde yer alıyor. Bu da aslında kendini tanıtırken insana farklı bir özgürlük tanıyor. Fakat insanlar daha çok başka birisinin bedenselliğine, hareketlerine ve o bedenin temsil ettiği sosyal içeriğe vuruluyorlar, ve çoğu zaman resimler o kişilerin gerçekleriyle benzeşemeyebiliyor. İşte bu yüzden de websitesinde tanışanlarda, ilk buluşmada o kişinin bedenine daha doğrusu bütününe vurulmak, bazen gerçekleşmiyor. Her ne kadar resimdeki insan beğeniliyor olsa da… Daha çok insanların ‘ben çok eğlenceliyimdir’ demesi beni düşündürdü. Eğlenceli olmak bu devirde çok önemli. Acaba ‘ben çok sıkıcıyımdır’ gibi bir profil yazısı yazsam ciddiye alınır mıyım diye düşündüm, bunu yazanlar da oluyor mudur diye aklımdan geçirdim. Illouz’un araştırması böyle yazıların pek de yaygın olmadığını gösteriyor. Ama gerçeği yazıdan ve resimden daha etkileyici olan insanların daha çok beğenilip tercih edildiğine dair kanıtlar var. O yüzden de belki kendini mütevazı tanıtmakta fayda vardır!
Illouz’un özellikle websitesindeki resimlerle fiziksel aşık olma arasındaki farkı vurgulayışı çok sosyolojik ve psikolojik bir süreci anlatıyor. Aslında bizim çok da biyolojik olarak algıladığımız bu şeyin altında belki o kadar da karmaşık bir süreç yok. Her ne kadar websiteleri çok yeni ve inanılmaz seçenekler sunuyor olsa da bu süreç bana aynı zamanda çok geleneksel bir geçmişi de hatırlatılıyor. Erkek annelerinin kızların resimlerini oğullarına gösterdikleri ve bu resimlerden etkilenenlerin onları görmeye gidip onların kahve taşıyışlarını ve oturuş kalkışlarını izleyip karar verme süreçlerini hatırlattı. Tabii kadına da erkeğin resmi gösteriliyordu eğer kadının öyle bir şansı vardıysa. (Bu anlamda cinsel eşitlik websitelerinde daha üstün.) Burda aslında çok geleneksel olan bir şey var. Çağlardır değişmeyen bir şey bu fiziksellik ve hareketleri beğenme hali. Bu mesele annem babam usülü iken de böyleydi şimdi de böyle. Tek fark şimdi daha fazla seçenek varmış gibi görünüyor. Bu da insanın gözünü karartıyor. İşte metalaştırma tam da böyle bir şey, bu websiteleri de kitlenin kendi kendini üretmesi ve pazarlaması! Paradoksal olarak mantığı bizim görücü usülüne benziyor, fakat büyük bir fark, artık kadınlar da adamları seçebiliyor. Bu da gelişmiş ülkelerin farkına varmadığı ve gelişmekte olan ülkelerde görülebilecek muhteşem bir eşitlik!
Dolayısıyla çok eleştirilen görücü usülünün ben açıkçası websitesinde tanışıp buluşmalardan çok farklı olduğunu sanmıyorum. Sadece kapitalizmde olduğu gibi ciddi bir kitle üretimi var ve bu kitle üretiminin içinde kaybolan bireyler var. Fakat Illouz’un belirtmediği bir nokta şu: bu websitelerinde insanların kendileri hem işveren hem de işçi. İşte kapitalizm bu çıkmazı bize verdikten sonra, bir süre de bununla oyalanır dururuz artık. Bir şeyler değişsin diye bekleriz, ama hem işveren hem işçi olmuşsak işin içinden çıkmak daha zordur. Bu konunun derinliklerine inemeyeceğim. Tek tavsiyem bu kitabı yaptığı psikolojik ve sosyolojik çıkarımlar için okuyunuz… İncecik bir kitap!
Freud sevenlerin de yüreğine su serpecek olan açıklamalarıyla güzel bir kitap. Belki duygusal davranırken iki defa düşünür ve duygularımızın da nasıl bir tornadan çıktığına bakar daha sağlıklı kararlar alırız.
sahizer samuk
Her ne kadar yıllardır siyaset bilimi ve göç gibi konularda uzmanlaşmaya uğraşmış olsam da her zaman edebiyat ile içli dışlı olmayı tercih ettim. Edebiyat bir kaçış noktası ve sığınıştır benim için. Edebiyat ile uğraştığım konuların birbirinden bağımsız olmadığını anlamam da benim için en büyük teselli oldu ve ders kitabı yerine roman yahut şiir okurken kendimi hiç de suçlu hissetmedim. Şimdiye kadar beni en çok şaşırtan romanlardan biri Suç ve Ceza'dır ve tahminimce bu hep böyle kalacaktır. Rus edebiyatına her ne kadar dünya edebiyatı adı altında olsa da ayrıca hayranlık duymaktayım. Lafı uzattım. Kusura kalmayın.
//
Bence çok net ve kitap hakkında merak uyandıran bir yazı olmuş, bunun için tebrik ediyorum.
İşyerleriyle ilgili bir iki gözlemimi yazmak isterim.
Buralarda sıkça duyulan :”Duyguları işe karıştırmamalı!” sözü aslında tam bir safsatadır, çünkü böyle bir şey mümkün değildir ama yine de insandan insanüstü olup bunu yapması beklenir. Yükselebilirsin, ama sakın acıma, acınacak hale düşersin ; düşene bir tekme de sen at; o olsaydı senin gözünün yaşına bakar mıydı ? ve mutlaka “duyguları işine karıştırma!!” gibi nice kem sözler iş ortamında yükselmenin ve kurtlar sofrasından kurtulmanızın sihirli formülü olarak önünüze konuverir. Bütünlüğünü zaten kaybetmiş olan modern insan iş ortamında bilinçli olarak ayrıca bölünür.
Bunları beylik sözlere uyan insanlar yırtıcı bir etobura dönüşüp, “tuttuğunu koparan” olarak tanımlanıp nam salarken, diğer faniler ise henüz ot aramakta olan ve başlarına neler geleceğinden habersiz otoburlardır sadece.
Sistem bu otoburların suyunu sıkıp içen vitamin meraklısı etoburlarla doludur, ancak bilmezler ki aslında sıkmasalar ve olduğu gibi kabuğuyla yeseler , bu otoburlar kendilerine ve tapındıkları şirketlerine çok daha faydalı olabilir. Hiç değilse lifleri de kalır ve saf fruktoza dönüşmezlerdi kuzucuklar.
Amacım tabii ki Karatay diyetini övmek değil, burdan hareketle şunu söyleyebilirim : insanların en büyük sorunu birbirleriyle olan iletişimsizlikleridir, insanı insan olmaktan çıkarıp metalaşmasına neden olan ve kar hırsıyla yanıp tutuşan bu sistem yerle bir olmadıkça , ne etoburuna ne otoburuna bu dünyada huzur yok. Ayrıca üç beyazdan da uzak durmalı ! Evet.