“Gözlerini dikmiş bakıyor, bakıyor. Dudakları aralanıyor. Ağzından soluk alıp vermeye başlıyor. Ta ki beyin kabuğu, yıkanmasını, tıraş olmasını, saçını taramasını sabırsızlıkla buyuruncaya kadar. Çıplaklığı örtmeli. Elbiselerle kuşatılıp gizlenmeli, çünkü dışarıya, öteki insanların dünyasına çıkıyor; ötekiler onu tanıyabilmeliler. Davranışları onlar açısından kabul edilebilir olmalı.
Söz dinliyor, yıkanıyor, tıraş oluyor, saçını tarıyor; çünkü başkalarına karşı olan sorumluluklarını kabul ediyor. Onların arasında yeri olduğu için memnun hatta. Kendisinden ne beklendiğini biliyor.
Adını da biliyor. Adı George.”
Gözünü açtığı andan itibaren yazar Christopher Isherwood ile beraber George’un bir gününe şahit oluruz. George’un bir günü 1960’ların Amerika’sının Kaliforniya’sında geçmektedir. Bu bir gün boyunca George uyanır uyanmaz onun peşinden hazırlanır, yola çıkar ve üniversiteye gideriz. Öğrencilere edebiyat dersinde Huxley’i anlattıktan sonra yakın dostu Charlotte ile bir akşam geçirir, hafif sarhoş oluruz. Ardından geçmişi yad edip şimdiye evet ve geleceğe hayır diyeceğimiz bir gece geçiririz.
“George sadece Şimdi’ye sarılır dört elle. Şimdi’de başka bir Jim bulmalı. Şimdi’de sevmeli. Şimdi’de yaşamalı…”
Tamamen bir durum kesiti içinde modern ve iğneli bir dille George’ u okuruz ve dinleriz. George her ne kadar toplumda kostümü ve maskesi ile dolaşsa da biz onu tüm gerçekliğiyle ardındaki tüm yüzleri ile görürüz.
“Aynaya gözlerini dikmiş baktıkça, aynadaki yüzünün içinde birçok başka yüz görüyor- çocuğun, ergenin, delikanlının, artık çok genç olmayan erkeğin yüzlerini-, yüzlerin hepsi birbirlerinin üzerine yansıtılmış fosiller gibi orada asılı, ve hepside fosiller gibi ölü. Bu ölmekte olan canlıya söyledikleri şu: Bak bize- biz öldük- ne var korkacak?
Onlara cevabı: Ama o sizin dediğiniz zamanla olmuştu, öyle kolaydı ki. Ben aceleye getirilmekten korkuyorum.”
George için sıradan bir gün gibi dursa da aslında arka planda derin bir yabancılaşma ile mücadele yatmaktadır. Küba Krizi arifesinde korkunun hüküm sürdüğü ABD’de yaşayan bir İngiliz olmanın, bir edebiyat profesörü olarak genç öğrencilerle yaşadığı kuşak farkının ve çok sevdiği partneri Jim’in kaybının verdiği acının yasını toplumdan gizli bir şekilde yaşamak zorunda kalan bir eşcinsel olmanın yarattığı bir yabancılaşmadır.
“Yanıp tutuşuyorum söylemek, anlatmak için. Ama yapamam. Gerçekten yapamam. Çünkü, anlamıyor musun- bildiğim şey olduğum şeyin tıpatıp aynısı da ondan! Ve ben sana bunu anlatamam. Kendin bulup çıkarmalısın. Ben okuman gereken bir kitap gibiyim. Kitap sana kendi kendisini okuyamaz ki. Kitap içinde ne yazılı olduğunu bile bilemez.”
Bu yabancılaşma duygusuyla hırs, pişmanlık, korku ile karışık bir duygu seli içinde tek başına baş etmektedir. Çünkü 1960’ların başında Amerika’da daha henüz LGBTI bireyler için özgürlük hareketinin başlamadığı düşünülürse (1965’lerden itibaren başlamaktadır) çoğunluğun karşısında bir azınlık olacak kadar bile örgütlenmemiş olmaktan kaynaklı bir tek başına olma durumu vardır. Yazar bunu kendisi de eşcinsel olduğu ve eserlerini kısmen biyografik yazmasından kaynaklı olarak gerçekci bir empati ile anlatmakta. Geroge’un cinsel kimliğine yönelik bilinci ve bunun kendi karakteri ile olan bütüncülüğü ise aslında bir bakıma eşcinsel okuyucuların toplumda tek başınalık durumundan çıkıp örgütlenmesi için yüreklendirici bir duruş sergiliyor. Karakterin eşcinsel kimliğinden kaynaklı yaşadığı yabancılaşma ve korku okuyucuya evrensel temalar üzerinden anlatıldığı için karakter ile cinsel kimliğinin ötesinde çektiği yabancılaşma, yas tutma, geçmişi unutamama temaları üzerinden bir empati geliştiriyorsunuz. Böylece karakterimizin cinsel kimliği dünyadaki tüm insanlar için genel olan değerler ile bir iz düşüme geçerek yansıtılıyor. Bu da hem eşcinsel edebiyatında oluşturulan karakter profili hem de o dönemdeki eşcinsel hareketi açısından yeni bir perspektif sunuyor. Bu nedenle de yazar Isherwood’un yarattığı eserler ve eşcinsel hareketine olan katkısı nedeni ile dönemin önemli bir figürü olduğunu da belirtmek gerek.
Yazarın hayatından kısaca bahsetmek gerekirse 1904 yılında Cheshire, İngiltere’de doğmuştur. Yazma denemelerine küçük yaşlarda başlayan Isherwoood, İngiltere’nin muhafazakar yapısı nedeniyle genç yaşta keşfettiği eşcinselliğini özgürce yaşamak için ülkeden ayrılır. Bu nedenle 1929 yılında eşcinsel alt kültürüyle ünlü Berlin’e yerleşir. En ünlü eserlerinden Goodbye to Berlin / Hoşça Kal Berlin (1939) romanını burada yazar. Hatta sonraları bu eser Brodway’e Cabaret müzikali olarak uyarlanıp filme de çekilmiştir. 1939’da Amerika’ya taşınan yazar Holywood için pek çok senaryo yazar. Bu dönemde Truman Capote ile yakın arkadaş olan Isherwoood ayrıca Aldous Huxley ve Virgina Woolf gibi isimlerle de arkadaş olmuştur. Onlarla ilgili anıları için Paris Review’deki röportajını okuyabilirsiniz: link
Yazarın sinematografik anlatımını ve tüketim toplumuna karşı yaptığı tespitler ve alaycı eleştirisini gerçekten çok başarılı buldum. Özellikle çoğu yerde âdeta bugün modern insanın yaşadığı yabancılaşmayı, baskıyı ve var olma mücadelesini anlatıyor. Ancak fark ettim ki 60’larda yazılmış dünya edebiyatından okuduğum toplumu eleştiren her eser bugünü adeta bire bir dile getiriyor. 2015 yılında, 50 yılın ardından aslında toplumun insana yaşattıkları pek değişmemiş. Her ne kadar bu yazıyı ele aldığım tarih Onur Yürüyüşü ve Amerika’da ulusal seviyede gay evliliğin yasallaşmasının haberi nedeniyle zamanlama açısından çok umut verici güzel bir döneme denk gelse de aslında baktığımızda toplum her zaman ve her dönem yabancılaştıracağı ve ötekileştireceği yeni bir grup, azınlık buluyor ve yaratıyor. Sadece ne yazık ki her grup kaçınılmaz sırasını farkında olmadan bekliyor. En iyisi olumsuz düşünmeyi bırakıp belki de her canlı için eşit hak ve özgürlüğün toplumlar tarafından içselleştirilip benimsendiği bir geleceğin mümkün olduğunu hayal etmekle yetinelim biz şimdilik. Belki böyle bir dünyanın zamanı henüz gelmemiştir, ama bunu beklemeye ve mücadeleye devam etmeye değer.
Son olarak kitabın YKY yayınlarından çıkan kapağından da göreceğiniz üzere modacı Tom Ford tarafından eser filme uyarlandı. Kitabın ardından filmi de izledim. Kitapta George’un Jim’e olan aşkını yas teması ile birlikte çok iyi yansıtan yazar ayrıca karakteri yaptığı toplumsal eleştiri ile de zenginleştirmiştir. Ancak filmde sadece George ve Jim’in aşkının ardından George’un içinde bulunduğu yasa odaklanarak sorunsuz bir Amerikan toplumu portresi göstermektedir. Görsellik, müzik ve oyunculuklar açısından film başarılı olsa da estetik kaygılara çok odaklanan film kitaptaki gerçekçi anlatımı ve duyguyu yansıtmak açısından pek başarılı bir uyarlama olmamış. Filmin fragmanını aşağıdan izleyebilirsiniz. Ama kesinlikle filmini izlemek yerine önce kitabı okumanızı tavsiye ederim.




