Seni Sevmiyorum’a yorum yazmam gerçekten de zor oldu. Sebebi nedir bilmiyorum. Sanırım kitabı sevmek ile sevmemek arasında kaldım ama en sonunda sevmeye karar verdim. Kitaba Seni Sevmiyorum diyemedim. Ama seni seviyorum da diyemedim. Sanırım bunun bir sebebi bir erkeğin bir kadına bakış açısını çok güzel gözler önüne sermiş olması ama bir kadının bir erkeğe bakış açısını yazarın biraz yarım bırakmış olmasındandı… Elbette yazar boşlukları bizim doldurmamızı istediğinden de yapmış olabilir bunu… Buna siz karar vereceksiniz.

Kesinlikle eğlenceli bir kitap ve eğer zor bir işiniz varsa, beyniniz çok yoruluyorsa, arada çerez gibi okuyarak gülümseyebileceğiniz bir kitap. Hikaye sıradışı değil fakat yazarın tarzı sıradışı: Karakterlerin ne hissettiklerinin isimlerinin belirtilmesinden sonra kendi ağızlarından anlatışlarını birçok kitapta görmemiştim. Bu şekilde işte her karakterin ne düşündüğünü tek tek öğrenebilir ve olaya dışardan değil, olayı yaşayan herhangi bir karakter olabilirmişsiniz gözüyle bakabilirsiniz. Barnes çok espritüel bir yazar kesinlikle ve size hayatı biraz da hafife almanız gerektiğini gösteriyor. Bir yandan da aslında bazı insanların piyasa güçlerini kabullenerek yaşarken ne tür bir sisteme kendini teslim ettiğini ve kendilerini kişisel deneyimlerinden sonra nasıl avuttuklarını size göstermek istiyor.
Kitapta üç karakter var Oliver, Stuart ve Gillian. Üçü çok iyi geçinmekte olan arkadaşlardır. Stuart ve Gillian evlenir ve hikaye dallanıp budaklanmaya başlar. Oliver Gillian’a aşık olur… Sonra ne mi olur? İşte ne olması gerekiyorsa o olur. Oliver felsefe okur ve para kazanamaz, Stuart para kazanır ve herkesi mutlu etmeye çalışır ama hayatı fazlasıyla siyah ve beyaz algılamaktadır, Gillian ise ressamdır ve bir kadın olarak biraz daha edilgendir kitapta açıkçası. Arzu edilen ve annesinin gözünün içine bakarak ondan tavsiye bekleyen, kimi zaman çıkmazda kalan bir kadındır. Ama yine de benim diyaloglardan ve konuşmalardan anladığım kadarıyla edilgen olmaktan pek çıkamamıştır.
Nedense en çok Stuart karakterinin inanılır olduğuna kanaat getirdim. Piyasa güçlerinde kendine yer açmaya çalışan bir karakter. Gillian karakterini zayıf buldum, çünkü bir kadının daha fazla fikir karmaşası yaşaması gerekiyor diye düşündüm. Oliver karakterinin ise benim için hiçbir inandırıcılığı yoktu, Oliver karakterini kafamda hiçbir yere oturtamadım. O yüzden de romanı sadece bir komedi gibi okumaya ve karakterlerin gerçekliğini sorgulamamaya karar verdim. Her kitaptan bir Tolstoy karakteri beklemek de bir hastalık olsa gerek…
Elimdeki kitap Mitos Yayınları’na ve çeviri de Serdar Rifat Kırkoğlu’na ait. Çeviriye bayıldım. Birkaç imla hatası dışında kitapta bir kusur göremedim. Hatta çevirmenin Fransızca, İtalyanca ve Almanca kelimeleri de birebir yerine oturtarak çevirmiş olması onun dil ustalığını sergilediği ve bize her şeyi izah ettiği bir alan sunmuş.

Bu kitap evlilik, aşk ve ilişkilere dair inanılmaz gerekli gerçekleri sunuyor. Bu sebeple de okumanızı tavsiye ederim. Elbette herkesin kendi gerçekleri var ama şu cümleye kim karşı çıkabilir: “İnsan birisiyle yaşadıkça yavaş yavaş birlikte yaşadığı kişileri mutlu kılma gücünü yitiriyor, ama buna karşılık onları kırma kapasitesi hiç azalmadan kalıyor. Tabii, tersi de geçerli bunun.” (s. 206) Bu cümle Gillian’ın annesinden gelmektedir ki kitapta kendisi bilge bir kadın olarak resmediliyor gerek yaşı gerek yaşadıkları nedeniyle…
Yine kitapta hayatı güzelce özetleyen bir cümle de Gillian’dan geliyor: ‘Sonra ötekiler vardı, düşkırıklığına uğramış olanlar. En çok hasara uğramış olanlar da bunlardı, telafisi olanaksız bir hasardı bu. Yaşamlarına büyük umutlar besleyerek başlamış olanlar ve sonra da yazgılarını psikopatlarla hayalperestlerin ellerine teslim edenler, inançlarını ayyaşlarla hödüklere bağlayanlar’ (s. 56). Demek istediğim Barnes kısa bir ders vermiyor bize ve hayata dair, hayatta bir sürü ders olabileceğini ve aslında hiçbir şeyin belli bir kurala göre ilerlemediğini ama yine de bazı kuralları başkalarının ağzından duymaya muhtaç olduğumuzu ve onlara kulak kabartılmasının çok yanlış bir şey olmadığını öne sürüyor. Kitabın sonunda kafanız karışıyor mu karışmıyor değil. Belki de bir kitabı bir derman veya bir cevap olarak görmenin sizin kendi kararlarınızı verirken etkili olmayacağını göstermeye çalışıyor. Ama şunu da göstermeden edemiyor: Hayat bu her şey olabilir ayağınızı denk alın ve kendinizi fazla kandırmayın. Her şey mümkün… ve söz konusu aşk olduğunda da insanları fazlasıyla sorgulamayın.
Kitapta bir nokta daha var keşfettiğim, Barnes okuru kendisine çok değişik bir yöntemle bağlamış. Siz karakterlerin tek tek ne söylediğini duymak istiyorsunuz. Ve bunun için okumaya devam ediyorsunuz. Olaylardan çok karaktlerlerin iç dünyasına girme merakı sizi kitaba bağlıyor. Bu gerçekten akıllıca bir yöntem… Hiç kimsenin özel hayatına bu kadar yakından tanıklık edemezsiniz.
1946 yılında Leicester’de doğmuş olan Barnes’ın en son romanı Levels of Life (Hayatın Aşamaları). Ayrıca kendisinin kısa hikaye kitabı da var eğer ilgilenirseniz: Through the Window: Seventeen Essays (and One Short Story). Aldığı ödüller ise saymakla bitmiyor. 2011’de ayrıca David Cohen ödülünü de almış. Kendisi Londra’da yaşıyormuş. Belki bir gün onunla yaptığımız bir mülakatı yayınlama olanağı sunarız sizlere…
Barnes ile ilgili daha fazla bilgi almak isterseniz şu siteye bakabilirsiniz: http://www.julianbarnes.com
sahizer samuk
Her ne kadar yıllardır siyaset bilimi ve göç gibi konularda uzmanlaşmaya uğraşmış olsam da her zaman edebiyat ile içli dışlı olmayı tercih ettim. Edebiyat bir kaçış noktası ve sığınıştır benim için. Edebiyat ile uğraştığım konuların birbirinden bağımsız olmadığını anlamam da benim için en büyük teselli oldu ve ders kitabı yerine roman yahut şiir okurken kendimi hiç de suçlu hissetmedim. Şimdiye kadar beni en çok şaşırtan romanlardan biri Suç ve Ceza'dır ve tahminimce bu hep böyle kalacaktır. Rus edebiyatına her ne kadar dünya edebiyatı adı altında olsa da ayrıca hayranlık duymaktayım. Lafı uzattım. Kusura kalmayın.