“Babalar, alınlarımıza yazılmış yalnızlıklardır.”
Yazarların son çıkan kitaplarını çıkmadan önce sipariş vermek ya da çıkar çıkmaz alıp okumak gibi bir huyum pek yoktur. Bence bir kitap, benim için en uygun zaman ne zamansa, o zaman okunmalıdır. Bu söylediğimi, içinde kibir barındırmayan bir çeşit benmerkezcilik olarak alabilirsiniz; çünkü kişisel tarihime baktığımda, okuyacağım kitabı, yazardan ya da çıkış tarihinden bağımsız, bilinçli ya da bilinçsiz olarak duygusal ihtiyaçlarıma göre belirlediğimi söyleyebilirim.
Hasan Ali Toptaş’ın 2016 Ekim’inde Everest Yayınları‘ndan çıkan son kitabı Kuşlar Yasına Gider de yine böyle bir seçim sonucunda, ailemle ilişkilerimin yoğunlaştığı bir dönemde okuduğum bir kitap oldu. Boynunun buruşukluğundan, saçının aklığından, yakını göremeyen gözünden, altmış yılın yorgunluğunun yansıdığı yüzünden; sadece var oluşuyla dahi yaşlandığını artık kabul etmek zorunda kaldığım babamla iletişimimi artırmaya başladığım dönemler bu dönemler. Kırk yıl süren, insanlardan çok trenlerle iç içe geçmiş bir çalışma hayatından sonra, onu; ilişkilerine, teknolojisine, hızına, karmaşıklığına ve sertliğine ayak uydurmakta zorlandığı, günümüz dünyasına alıştırmaya, onunla daha çok vakit geçirmeye çalışıyorum. Rollerin değiştiği; babanın kızına değil, kızın babasına destek olduğu, bir şeyler öğrettiği, kabul etmek istemesem de hayatın son baharı denebilecek dönemler…
Kuşlar Yasına Gider‘de; gençliğinde kimseye haber verme zahmetine bile katlanmadan aklına esen yere giden, minibüsler alan, insanları oradan oraya taşıyan, kamyonlarla uzun yol şoförlüğü, son olarak da tır şoförlüğü yapan, el kapısına hiç muhtaç olmadan yaşamaya çalışan, çalışkan bir baba, Aziz, var. Aziz o kadar başına buyruk ve araçlara o kadar düşkündür ki, seyahatte olduğu sırada vefat eden küçük oğlu Suat‘ın cenazesine bile katılamaz. Tır şoförlüğü yaptığı sırada Suudi Arabistan’da geçirdiği kaza ise hayatını alt üst eder; araçta sıkıştığı ve zamanında yardım alamadığı için, bir bacağını kaybeder ve evine, Denizli’ye döner. Biz okuyucular kitaba, bu olaydan çok sonra; Aziz‘in hayattaki iki oğlu farklı yerlere dağıldıktan, Aziz yaşlandıktan ve protez bacağı olsa da koltuk değneğiyle yaşamaya başladıktan sonra dahil oluyoruz. Bu kitapta, orta yaşlarında Ankara’da yaşayan bir oğulun, yaşlanan ve artık kendisine muhtaç olan babasıyla ilişkisi ve Ankara – Denizli arasında gidiş gelişleri var.
Güçlü, hayatını kimseye muhtaç olmadan, kendi istediği gibi yaşamış ve mevcut durumunu içine sindiremeyen bir babanın; bacağını kaybetmesiyle başlayan kısıtlanmışlığının, lenf kanseri olmasıyla katmerlenmesi sonucunda kendisini oğluna ve eşine bir yük gibi hissetmesi bir yandan, babası için elinden geleni yapmaya çalışırken babasının gururunu kırmamaya özen gösteren, ne yaparsa yapsın sonucu değiştiremeyeceği bilen, babasının yaşadığı ömrü bu süreçte tekrar yaşayan oğlunun duygu durumu diğer yandan, içinize işliyor roman boyunca. Hasan Ali Toptaş’ın su gibi akıp giden Türkçesiyle kaleme aldığı satırlarında bu ilişkiyi, çoğu yerde gözlerim dolarak, hatta içime oturan yumruk nedeniyle birkaç kere ara vermek zorunda kalarak, okudum. O kadar ki; yorumunu yazmak için kitabı tekrar elime aldığımda ve satırları gözden geçirdiğimde, usulca aktı yaşlar gözümden, tıpkı kitabın kendisi gibi. Bir iyiliğin, bir merhametin, bir çaresizliğin karşısında dökülen yaşlar gibi bu kitabın okuyucuya hissettirdikleri…
İyi insanlarla dolu bir roman Kuşlar Yasına Gider. Borç harçla satın aldığı minibüsüyle ihtiyacı olanları, gidecekleri yerlere ücretsiz taşıyan, veresiye defterine yazdığı borçları toplayamayınca defteri yakıp atan, dağda mahsur kalan bir köylüyü kurtarmak için kar kış demeden yollara düşen, babasının donmuş bedenini görmemesi için oğlunu oyalayan –bir çocuğun babasını öyle görmesi iyi olmazdı çünkü-, İstanbul’da ertesi günkü lise mülâkatlarına girebilmesi için halasının oğlunu sokak sokak arayan ve onu, cebine harçlığını koyarak İstanbul’a götüren, hızla giderken koyunlarına çarptığı çobanı, dönüş yolunda bulup, yaralı koyunların parasını veren, karda kışta arabalarında mahsur kalan insanlara battaniye ve çay veren Gömü kasabasının halkına saygı duymak için hastaneye gidiş geliş yollarında oğlundan vites küçültmesini isteyen ve bunun için göz yaşı döken –çünkü o insanların yüzleri var ya yüzleri, dağıttıkları çaydan daha sıcaktı– bir Aziz var bu romanda. Bazı canlıları yara öldürmüyor, muhatapsız kalmak öldürüyor ya hani, Aziz de o canlılardan biridir. Kaza yaptığında acılar içerisinde yardım isterken kimsenin onunla ilgilenmemesi, Ankara’nın ortasında karda patinaj çeken arabanın şoförüne kimsenin yardım etmemesi, üzerine bastığı buz kırılıp da suya düştüğünde kimsenin onun sesini duymaması öldürür onu; başkasına muhtaç olmak, yattığı yerden tuvalete bile gidememek, elinde idrar torbasıyla yatmak, arabaya oğlunun sırtında gitmek zorunda kalmak öldürür. İyi insan olarak sadece Aziz yok bu romanda. Aziz‘i son anına kadar bir saniye yalnız bırakmayan, ona hep destek olan, ondan gizli gizli ağlayan, muhallebi gibi yumuşacık sesiyle ona sürekli “len müslüman” diye tatlı sert seslenen bir eş ile o eşi ve Aziz‘i yalnız bırakmayan akraba, konu komşu, kalabalıktan evde ayak basacak yerin kalmadığı çay sohbetleriyle dolu akşamlar var bu satırlarda. Babası için maddi ve manevi olarak elinden geleni yapan, bunu yapmaktan gocunmayan, babasının çevresinde dönüp duran iki evlat var… Çok sevdiği atı öldükten sonra içi yanan ve atını unutmamak için telefonunun melodisini at sesi olarak değiştirip, torunlarına gün içerisinde kendisini aramasını tembihleyen yaşlılar var…
Roman, oldukça sade, duru, sıcak ve tam da bu nedenle oldukça vurucu. Oğulun Ankara’dan Denizli’ye giderken kullandığı yolda aniden beyaz bir atın ortaya çıkması ve her defasında Denizli’ye daha yakın bir yerde aniden durması, okuyucuyu ölen kardeş Suat olduğundan şüphelendiren küçük bir çocuğun aniden görünüp kaybolmaları gibi birtakım mistik öğeler içerse de, bu öğeler, son derece gerçek akan romandaki havayı bozmuyor; aksine o yalın gerçek sizi içine daha büyüleyici bir şekilde alıyor. Aziz’in, durumu kötüleştikçe cenazesine yetişemediği Suat‘ı sık sık hatırlaması, konuşamaz duruma geldiğinde Suat demeye çalışırken ağzından sadece suyun çıkması ve su istediğini sanan eşinin koşarak ona su getirmesi, Suat yerine su geldiğini gören Aziz‘in hıçkırarak ağlaması, yine konuşamaz durumda olduğunda Aziz‘in tüm akrabaların evde olduğu bir akşam işaretlerle bir şeyler anlatmaya çalışması, anlattığı şeyin “Annen bana çok iyi baktı, tuttuğu altın olsun” olması ve anneyle babanın karşılıklı siyim siyim ağlaması, gelen gidenin eve girmesini engelleyen erik ile asmanın kesilmesini teklif eden oğluna Aziz‘in, oğlu sanki aklını yitirmek üzereymiş de nasıl engel olamayacağını bilemiyormuş gibi bakması ve gelenleri iyice engellediği için en sonunda kesilmek zorunda kalan erik ağacının yere devrilmesiyle erik değil de babası devrilmiş gibi canı acıyan oğul… Her şey o kadar yumuşak ve büyülü akıyor ki satırlarda…
Artık inancımın kalmadığı bazı insanî değerleri, yalınlıktan gelen sıcaklığı; bir kâse sütlaçla, bir hayır duasıyla, tekerlekli sandalyesinin geçeceği rampa yapımı için gerekli olan çakıl taşlarını toplamaya çalışmakla, onu artık hiç kalkamadığı yatağında yalnız bırakmayarak, onunla sohbet etmeye çalışarak ya da sadece susarak bile olsa bir başkası için uğraşmayı, didinmeyi, iyi şeyler dilemeyi gördüm Kuşlar Yasına Gider‘de. Son derece güçlü bir babanın yavaş yavaş yok oluşunu gördüm, bir evladın çaresizce o babaya destek olmaya çalışmasını, hayatının son anına kadar hassasiyetler içerisinde yaşamış bir babanın evladı karşısında düştüğü bu konumdan dolayı utanmasını gördüm. Başından sonuna kadar oldukça sakin ve içten bir şekilde babasının yanında olan, bunun önemini bilen, babasını kaybettikten sonra, onun cenaze yolunda dahi Gömü’den geçerken yavaşlayan oğulu gördüm. Duygularını saklamayan, yeri geldiğinde hıçkıra hıçkıra ağlayan kocaman adamları gördüm. Aileyle, babayla ilgilenmek beni bazen gerer, aileyle ilgilenmek bazen bir tür yük gibi gelirdi bana; içimi sıcacık yapan bu roman sayesinde ailenin, babanın ne kadar da vazgeçilmez olduğunu, o güçlü adamın da küçük kızının desteğine ihtiyaç duyabildiğini bir kere daha gördüm.
Kuşlar Yasını Gider‘i, hazır olduğunuz bir dönemde mutlaka okumanızı, okurken kitaptaki yumuşak akışa kendinizi bırakmanızı, kitap bittikten sonra, hâlâ hayattaysa babanıza sarılmanızı öneriyorum. Kitap boyunca yazarın yaptığı yolculuklara ve okuyucuya birçok türkü de eşlik ediyor. Bu nedenle yazımı, kitaba adını da veren ve bu sayede tanıma fırsatı yakaladığım Bu Dağlar Kömürdendir türküsünün sözlerinin bir kısmı ile bitirmek istedim.
Bu yol Pasin’e gider
Döner tersine gider
Şur’da bir garip ölmüş
Kuşlar yasına gider
Hadi leyli leylanı
Mevlam yazmış fermanı
Ya al canım gurtulam
Ya ver derdim dermanı
Bir at bindim başı yok
Bir çay geçtim daşı yok
Bur’da bir yiğit ölmüş
Yanında gardaşı yok
Burcu Arslan
Uzun uzun anlatmaya gerek yok sanırım. "Dünya bir düştür."
//
kitaptaki “zaman” hakkında düşünceleriniz neler acaba?
//
Merhaba,
“Zaman”dan kastınız, kitaptaki olayların yaşandığı zaman ise, günümüzden çok da uzak olmayan hatta günümüz denebilecek bir zaman olduğunu düşünüyorum.
//
Kitaptaki edebi dil gibi çok güzel, edebi olarak özetleyen bir yazı olmuş. Tebrik ve teşekkür ederim.