Muhteşem Gatsby, F. Scott Fitzgerald
Olay örgüsü Jay Gatsby ve Daisy’nin hazin aşkı olsa da, Muhteşem Gatsby’nin odak noktası aslında 1920’ler Amerika’sıdır. Amerikan üst sınıfının 1. Dünya Savaşı sonrasında yaşadığı şatafatlı hayatlar, dansın ve jazz müziğin 1929’daki Büyük Buhran’a kadar sürecek saltanatı ve aslında “Amerikan rüyası”nın eleştirisi Muhteşem Gatsby’i gerçekten de muhteşem yapan unsurlar olmuştur. 2012’de ikinci kez uyarlanan film ise tüm bu unsurları harika bir görsellikle sunuyor. Ve sayısını bilmediğimiz Türkçe çevirilerinin tümden başarısızlığı dolayısıyla Türk okuyucuların tavırlarına anlam veremediği Jay Gatsby’ye de lâyık olduğu yeri kazandırıyor. (Tabii Leonardo di Caprio ve müzikleri de es geçmemek lazım!)
Öteki Ben, Dostoyevski
Dostoyevski’nin Öteki Ben adlı eserinin film uyarlamasını merakla beklediğimizi daha önce paylaştığımız bir yazımızda anlatmıştık. 7. dereceden memur Bay Golyadkin’in iç dünyasındaki karmaşayı ve aniden kendi ikizi ile karşılaşması sonucu girdiği iç buhranı anlatan eser The Double adı ile filme uyarlandı. Film, Dostoyevski’nin eserindeki ruh halini incelikle hazırlanmış görüntü ve müziklerle kurduğu bir atmosfer içinde seyirciye sunuyor. Romanı okurken hissedeceğiniz duygu sıkışıklıklarını filmde de hissediyorsunuz. Bunun yoğunluğu filmde azaltılmış olsa bile kitabı okumayanlar için bu hissiyat izlerken keyifsiz gelebilir. O nedenle filmden önce kitabı okuyup Dostoyevski gözlükleriniz ile The Double’ı izlemenizi tavsiye ederiz.
Anna Karenina, Tolstoy
Anna Karenina’nın filmini kitabından daha çok sevdiğimi belirtememe gerek yok sanırım. Farklı düşünen de çok az insan vardır diye tahmin ediyorum. Filmi bir seneden önce izlediğimden şu an yaptığım yorum biraz genel kalacaktır. Şunu söylemeden geçemeyeceğim: Bu sadece son çekilen filme özgü bir öğe değil elbette. Anna Karenina her ne kadar Anna’nın trajedisi üzerine kurulu olsa da aynı zamanda Levin karakteri yani Tolstoy’un kendi karakteri de üzerinedir. Fakat Levin hep geri planda kalmıştır çünkü Anna’nın trajedisi asıl olandır. Lenin’in iç çatışmalarına çok yüzeysel bir şekilde değinilir filmlerde. Ne? İç çatışma mı dediniz? Bu Hollywood seyircisini sıkar zaten. Ayrıca belli ki Anna güzel bir kadındır ama kimse Tolstoy kadar onun entelektüel kapasitesine referans vermemiştir filmlerde. Mesela Anna Vronsky’ye değişik konularda kitaplar okuyarak akıl veren aynı zamanda bir dost ve danışman olur. Film bir kadının yaşadığı çelişkinin yanı sıra bir erkeğin yaşadığı çelişkiyi de anlatır. Fark odur ki bir erkeğin içten içe ölüşü ile bir kadının toplum tarafından yargılanışı yani iki karamsar durum bu kadar net bir şekilde yan yana konmamıştır.
Tıkanma ‘The Choke’, Chuck Palakhniuk
Tıkanma isimli kitabı filmden sonra okudum ve tabii ki kitabı daha çok sevdim! Her seferinde olduğu gibi! Elbette her filme göre kitap daha zengin ve mükemmele yakın bir hayal gücünü içerir. Ve tabii ki kitapta insana verilmeyen duygular ve görsellik sinemada zengin bir görsellikle bize sunulur. Ama bu kitaptaki birçok detayın atlanması pahasınadır. Mesela kitaptan hatırladığım güzel bir detay annesinin oğluna çok küçükken söylediği bir cümle: ‘Nereye zıpladığın önemli değil, önemli olan bir şekilde zıplaman!’ Bu cümle uzun bir süre hayat felsefesi olarak sevdiğim bir cümle oldu! Film ise gerçekten eğlenceli ayrıca ana karakteri oynayan Sam Rockwell de bence bu role çok yakışmış. O filmden bir de aklımda kalan sahne iki seks bağımlısının dersten kaçıp işi pişirmesi oldu ve tabii ki seks satar ama eminim Palakhniuk bu kitabı sıradışılık ve bağımlılık üzerinde kurgulamış. Terapistlerin de dediği gibi herkesin bir bağımlılığı vardır!!!!

Dangerious Liaisons ‘Tehlikeli Alakalar’, Pierre Choderlos de Laclos
Bu filmi iki ya da üç defa izledim. John Malkovich’in şehla gözleri, Glenn Close’un fettanlığı, Keanu Reeves’in taze delikanlılığı, Uma Thurman’ın ateşli bakireliliği ve Michelle Pfeiffer’ın ise dindar ve tutkulu aşık kadını oynayarak sergiledikleri performanslar ve rol kabiliyetleri unutulmaz bir görsellik ve insanlık hali sunuyor! Filmi ikinci izleyişimde cahil ben arkadaşıma filmde kullanılan cümlelerin ne kadar edebi olduğundan bahsettim ve arkadaşım bana ‘bunun zaten bir kitaptan uyarlandığını ve yazarın Fransız olduğunu’ söyledi. Yazarı Pierre Choderlos de Laclos imiş. Kitabı da bir sahafta buldum ama okumaya fırsatım olmadı. Bu kadar entrikayı ve aşkı yüreğim kaldırır mı bilemiyorum… Bu arada Pierre de bir albaymış zamanında eğer ki biyografisine bakarsanız! Galiba Woolf’un erkek yazarların dünyayı gezerek farklı konularda yazmasına olanak olduğu, kadın yazarların ise ancak ev içi hayatı yazmaya kısıtlı olduğu zamanlardı bu zamanlar!

Frida Kahlo
Kitap mektuplardan ve günlük parçalarından oluşuyor. Film bunun derinliğine inemiyor. Renkler ve Frida’yı oynayan ünlü aktrist Salma Hayek, ki kendisini fikren ve fiziken çok beğenirim, gerçekten çok güzel bir performans sergilemiş. Frida olmak ona çok yakışmış. Ama renkler ve görüntüler Frida’nın dünyasının yumuşak yüzünü pek anlatmıyor sanki. Onu olduğundan daha sert ve vahşi bir kadınmış gibi yansıtıyor. Tüm feministler de bunu görmek istiyor belki de! Oysa Frida her ne kadar oyunbaz bir hatun olsa da aynı zamanda çok duygusal ve Rivera’ya uzun zaman ihanetlerine rağmen katlanmış affedici ruhlu aşık bir kadın. En son Troçki ile olan ilişkisi ile görkemli bir şekilde boynuzlanan Rivera’ya da bu şekilde boynuzlanmak yakışırdı!!!! Güzel bir son ama filmin ve kitabın sonu bu değil! Ama bu cümleler nasıl filme dökülebilir ki:
“İstediğim gibi olmak istiyorum -çılgınlık perdesinin ardında. Bütün gün çiçeklerle ilgileneceğim; acıyı, aşkı ve şefkati resmedecegim, başkalarının aptallıklarına yürekten güleceğim, herkes benim için, “Zavallı, çıldırdı” diyecek (özellikle de kendime güleceğim), öyle bir dünya kuracağım ki, ben yaşadığım sürece, bütün dünyalarla uyum içinde olacak. Yaşayacağım gün, saat ya da dakika, hem bana hem de herkese ait olacak(…)
Devrim, biçimle rengin uyumu ve her şey bir yasaya bağlı hareket etmekte. Bu yasa, yaşam. Kimse kimseden ayrılamaz. Kimse kendisi için mücadele etmez. Her şey her şeydir ve tektir. Endişe ve acı, haz ve ölüm, bunların tümü varolmak için bir süreçten başka bir şey değil. Devrimci mücadele, bu süreç içinde akla açılan bir kapı.
Aşk, çocuk. Bilim. Yaşarken karşı koyma istemi, sağlıklı neşe. Sonsuz minnettarlık. Ellerdeki gözler ve bakışlardaki dokunma. Meyvenin temizliği ve yumuşaklığı. İnsan yapısının temeli olan koca omurga kemiği. Göreceğiz, öğreneceğiz. Hep yeni bir şeyler vardır. Ve bunlar hala yaşayan eski şeylerle bağlantılıdır. Yanımdaysa Diego, benim binlerce yıllık aşkım.”
Guguk Kuşu, Ken Kesey
Hepimizin Jack Nicholson’ın unutulmaz performansı ile hatırladığı film kitabın önüne geçmiş ve aslında 1962 tarihli bir romandan uyarlandığını unutturmuştur. Akıl hastası numarası yaparak bir akıl hastahanesine kendini sevk ettiren bir mahkumun yaşadıklarını Kızılderili Chief adlı karakterin ağzından anlatan eser ilk olarak Broadway oyununa uyarlanmıştır.1960 kuşağının önemli bir simgesi olan yazar Ken Kesey çalıştığı akıl hastahanesinde gördüklerine ve gönüllü katıldığı ilaç deneylerinde edindiği tecrübelere dayanarak bu eseri yazmıştır. Deli olarak nitelendirilen insanların hasta olmadığını sadece toplumda dayatılan davranış kurallarına uymadıkları için dışlandıklarına inanan yazar psikoloji alanına yönelik eleştiriler getirmiştir. Yazar başrolü Gene Hackman’ın oynamasını istemişse de filmi izledikten sonra Randle’ı Jack Nicholson’dan başkasının oynadığını düşünmek mümkün değil!
Tiffany’de Kahvaltı, Truman Capote
Truman Capote tarafından 1958 yılında yazılan bu roman 1961 yılında Blake Edwards yönetmenliğinde sinemaya uyarlanır. Baş rollerinde Audry Hepburn ve George Peppard yer almaktadır. Siyah beyaz çekilip sonradan renklendirilen bu film, çok kısa sürede kitabın önüne geçer. “En İyi Kadın Oyuncu” , “En İyi Uyarlama Senoryo“, “En iyi Sanat Yönetmeni”, “En İyi Orijinal Şarkı”,”En İyi Müzik” olmak üzere beş dalda Oscar’a aday olan film; Henry Mancini tarafından bestelenmiş, sözleri Johny Mercer tarafından yazılmış ve filmde Audry Hepburn tarafından seslendirilmiş Moon River ile “En İyi Orijinal Şarkı”,”En İyi Müzik” dalları Oscar’ı kazandı. Audry Hepburn’un canlandırdığı uçarı, başına buyruk, bağlanmaktan korkan genç kadın rolü için, ilk olarak Marilyn Monreo tercih edilmişse de; Marilyn’in menajerleri bu rolün onun imajını sarsacağını düşündüklerinden reddetmişlerdir. Bazı noktalarda kitabın orijinalinden sapmalar yaşansa da film, kitabın yarattığı duyguyu izleyiciye vermekte hiçbir sorun yaşamaz. Filmi izlemek için, öncelikle ve en önemli neden tabii ki Audry Hepburn’dür. Öyle ki, Holly Golightly karakteri için kafanızda bir başkasını hayal ihtimalinizi dahi ortadan kaldırır. Bir diğer nedense filmle adate özdeşleşen ve filmin unutulmazlar arasına girmesinde çok büyük payı olan Moon River şarkısıdır. Şarkı özellike Audry Hepburn için yazılmış ve düzenlenmiştir. Filmin montaj aşamasında şarkı bazı yetkililerce filmden çıkarılmak istenmişse de Audry Hepburn’un güçlü karşı koyuşu sayesinde filmde kalmaya devam etmiştir. Filmin bana göre tek olumsuz yanı ise, kitabın duruşunu zedeleyip izleyiciye “mutlu son” vermesidir.
Filme ilişkin ilginç bir detaysa, 19 yaşındaki Holly Golighly’i canlandırırken Audry Hepburn’ün 32 yaşında olmasıdır.
Bülbülü Öldürmek, Harper Lee
Harper Lee’nin aynı isimli romanından sinemaya uyarlanan bu film 1963 yılında 8 dalda Oscar’a aday olup, “En İyi Erkek Oyuncu”, “En iyi Sanat Yönetmeni” ve “En İyi Uyarlama Senaryo” ödüllerinin sahibi olmuştur. 1930’lar Alabama’sında küçük bir kasabada yaşayan idealist bir avukatun tecavüz iddeasıyla yargılanan siyahı bir adamı savunması ve yaşanan zorlukların küçük kızı Scout ve ağabeyi Jem tarafından nasıl algılandığı anlatılmaktadır. Bence kitabı filmi izledikten sonra okursanız filmden keyif alma oranınız kesinlikle artar. Bunu söylememin nedeni kitapta yer alan bazı yerlerin, filmin belli bir süreye sığrıdırılması sorunu nedeniyle, eksikliği. Ancak bu küçük eksiklikler Atticus’un insanlık ve babalık hakkındaki derslerinden ya da Scout’un dünyaya bakışından çalmadığından rahatsız edici boyutlarda olmadığına emin olabilirsiniz. Film sadece, tek seferde çekilen Atticus’un mahkemede Tom Robinson’un savunması için yaptığı 9 dakikalık kapanış konuşması için bile izlemeye değer.
Bizim Büyük Çaresizliğimiz, Barış Bıçakçı
Barış Bıçakçı’nın 2004 yılında yayımlanan kitabı 2012 yılında kaybettiğimiz genç yönetmen Seyfi Teoman tarafından ölümünden bir yıl önce sinemaya aktarılmıştır. Film Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı’ya da dahil olmak üzere pek çok ödüle aday gösterilmiş, Istanbul Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü ve Halk Jürisi Ödülü’nü almıştır. Eserde lise yıllarından beri arkadaş olan, otuzlu yaşlarının souna yaklaşmış Çetin ve Ender’in hayatlarına aniden giren bir kadının, dostlukları üstünde yarattığı etki anlatılmaktadır. Erken zamanda kaybettiğimiz Seyfi Teoman’ın yaşasaydı ne kadar umut vaad eden bir yönetmen olacağını görmek için bile izlenmeye değer bir filmdir. Aynı zamanda eğer Ankara’yı –benim gibi- pek bilmiyorsanız, romanı okurken kafanızda canlandıramadığınız yerleri görmenizi ve okurken bile pusuyla insanı saran Ankara havasının nasıl olduğunu hissetmenizi sağlaması bile izleniz için yeterli sebeplerdir. Hatta İlker Aksum’un sesinden şu repliği duymak için bile izlenesidir; “Okumak kimilerine yazmayı öğretir, banaysa yazmamayı öğretti. Edebiyat ve ibadet dahil, bir tür vecd hali yaratan bütün faaliyetlerin nihai amacı o faaliyeti yapmamayı öğretmek olmalı.”
Trainspotting, Irvine Welsh
Bir yeraltı edebiyatı klasiği sayılabileceğimiz Irvine Welsh’in Transpotting’i okurken hayal gücünüzün de etkisiyle mide bulantısına sebebiyet verebilecek etkiye sahip bir kitap. 1996 yılında Danny Boyle tarafından sinemaya uyarlanan filmi ise hayal gücünüzün etkisini ortadan kaldırıp direk bir mide bulantısı hatta kusmaya kadar ilerleyebilecek sahneler barındırıyor bünyesinde. Filmin olumlu yanı çoğunlukla kitaba sadık kalınmış olması ve bir okur olarak sizi tatmin edebilme yeteneğine sahip oluşu. Zaten film”En İyi Uyarlama Senaryo” dalında da Oscar’a aday gösterilşmiştir. Bir diğer olumlu yanı ise, uyuşturucuya karşı ciddi bir tiksinti yaratması. Olumsuz yanı ise –aslında nereden baktığınıza bağlı olarak olumlu yanı da demeniz mümkün- tuvalet sahnesi ve bebek halüsilasyonlarının olduğu sahneler. Benim tavsiyem filmi yemek yedikten en az 3 saat sonra izlemeye başlamanız yönünde.
Anayurt Oteli, Yusuf Atılgan
Yusuf Atılgan’ın 1973 yılında yayımlanan ikinci kitabından Ömer Kavur tarafından 1986 yılında sinemaya uyarlanmıştır. Küçük bir Anadolu kasabasında otel işleten Zebercet’in hayatının bir gecede, gecikmeli Ankara Treni ile gelen kadının otelde kalışıyla, nasıl değiştiği anlatılmaktadır. Otelde sadece bir gece kalmasına rağmen kadın, Zebercet için adeta bir takıntı haline gelir. Zebercet’in hayatının tek düzeliği, yalnızlığı, duygusal olarak yaşadğı açık, beklenti ve gel gitler anlatılmaktadır. Film yönetmenine Altın Portakal , Venedik Film Festivali’nden Fibresci Ödülü ve Nantes Three Continents Festivali’nden Golden Montgolfiere kazandırır. Çok başarılı bir uyarlama olan filmde Zebercet bize o kadar iyi anlatılır ki, ondan nefret etmek, tiksinmek ve ona acımak arasında bocalarız. Varoluşa ve insana dair detayları sevenler için atlanması büyük bir kayıp olur.
Yeraltı
Zeki Demirkubuz’un 2012 Nisan’ında gösterime giren Yeraltı filmi Dostoyevski’nin 1864 tarihli Yeraltından Notlar romanının serbest bir uyarlaması. Dostoyevski romanda, varoluşçuluk temelli bir aydın eleştirisi yaparak, Rus aydınının açmazlarını, çelişkilerini, yalnızlık ve buhranlarını gözler önüne sererken; Demirkubuz ise kalabalıklar arasında yalnızlaşmış̧ Muharrem (Engin Günaydın) tiplemesi etrafında, insanın kendi küçük dünyasındaki kıskançlık, küçük oyunlar, yalan ve yalpalamaları, kısaca kişinin kendi kafası içindekilere nasıl hapsolduğu, ve sonunda dönüştüğü ucubeyi resmediyor. Filmde ideolojik olarak bir sosyalizm kokusu sezilse de, yaşamakta olduğumuz modern şehirlerin ve sistemin, samimiyetsiz insan ilişkilerinin ve iş hayatının eleştirisi Muharrem’in gözünden anlatılarak sorunlu bir hale getirilmektedir. Zira Muharrem varoluşsal dahi denemeyecek kadar kısır, basit ve tutarsız duygu ve düşünceler arasında hayatta kalmaya çalışmaktadır. Filmin sonuna geldiğimizde, Muharrem’in insanlar arası ilişkilerin kısır döngülerinden kurtulup, yalnızlığın dibine vurduktan sonra gerçek varoluşsal sorunları algılamaya başladığını hissediyoruz.
Sen de Gitme
Sen de Gitme Triyandafilis, Ayla Kutlu tarafından yazılmış Sait Faik Ödülü kazanmış bir eser. Kitap, Sen de Gitme ismiyle Tunç Başaran tarafından filme alınmış ve Antalya Film Festivali’nde de 5 ödül kazanmış. 1930’lardaki Fransız işgali altındaki Antakya fonunda geçen kitap ve kitaptan birebir senaryolaştırılan film, zeka özürlü güzel Triyandafilis’in hazin hikayesi anlatıyor. Kitabı okurken de hüzünleniyorsunuz zaten ama filmdeki oyunculuklar o kadar iyi ki; kendi adıma her seyrettiğimde içim parçalandı ve salya sümük ağladım. Sanırım burada başta yönetmen olmak üzere Triyandafilis’in bakıcısı ve tek dostunu oynayan Işık Yenersu ve Triyandafilis rolünün gerçekten çok iyi veren Olivia Bonamy’e teşekkür etmek lazım.
Uğultulu Tepeler
Emily Brontë’ye ait tek kitap olan orjinal adıyla Wuthering Heights, İngiliz edebiyatının en önemi eserlerinden biri sayılıyor. Farklı defalar senaryolaştırılan ve Oscar ödüllü bir versiyonu da olan hikayenin Ralph Fiennes ve Juliette Binoche’un oynadığı versiyonu, en favori filmlerinden biri. Bu anlamda da kitabın ötesine de geçtiğini söyleyebilirim. Tabi bunda “İçimdeki Ralph aşkı bambaşka” duygusu da etkili olmuştur mutlaka. Tutkulu aşk ve aşktan doğan nefretin kahramanı Heathcliff’i en güzel Ralph yansıtabilirdi zaten. Filmdeki karışık bağları anlatmak için afiş yerine aşağıdaki grafiği paylaşmak istiyorum. Aşk-ı Memnu tadında bir ortam mevcut.
Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği
Prag Baharı fonundaki ünlü eser; Tomas, Tereza ve Sabine arasındaki yoğun ve arızalı aşk ilişkisi ile beraber insanın varolma sancılarını da konu alıyor. Blogumuzda da yorumu bulunan Milan Kundera kitabının uyarlaması da en az kendisi kadar başarılı. Üç ünlü oyuncunun – Daniel Day-Lewis, Juliette Binoche ve Lena Olin – karakterlere hayat verdiği gerçek. Her ne kadar kitaptaki bütün diyaloglar ve can alıcı bilinçakışları filme yansıtılamamış olsa da hissiyatı çok iyi aktardığı söylenebilir.
Yüzüklerin Efendisi, J. R. R. Tolkien
Fantastik edebiyatı seven bir kişi için kuşkusuz en önemli eserlerden biri, hatta birincisidir Yüzüklerin Efendisi. Tolkien’in bizler için yeni dünyalar kurup yeni bir dil dahi üretmeye çalıştığı bu uzun eser, Peter Jackson tarafından bir üçleme olarak beyazperdeye aktarılmıştı. Bu türün sevenleri tarafından kutsal kitap denebilecek bir eseri bazen ufak değişiklikler de olsa, çok sağlam bir oyuncu kadrosuyla ve harika efektlerle seyretmek izleyiciye toplamda çok heyecanlı ve büyülü bir deneyim yaşatmıştı. Daha sonra aynı kaygılarla yapılan Hobbit için aynı şeyleri söyleyemesek de, Yüzüklerin Efendisi’ni 30 sene sonra da aynı heyecanla izleyebiliriz.
begokuadmin
Sınır tanımayan okurların buluşma noktası
//
Liste kesinlikle son derece edebi,her filmi çekilen kitap girememiş,ne de güzel olmuş,elinize,aklınıza sağlık.