En sonunda bitirebildim Peyami Safa’nın bu güzel romanını. Karakterler çok etkileyici ve bir sürü de alıntı yapmak istiyorum ama fazlasıyla alıntı yaparsam kitabı yorumlayamamış olmaktan korkuyorum. Safa’nın bu romanı uzun zamandır okumadığım güzel bir Türkçe ile yazılmış olduğundan beni dil anlamında; edebiyat, kurgu ve Türk romanı çerçevesinde bir hayli düşündürdü. Fakat kitapta bir sorun vardı ki kafamdan atamadım. Peyami Safa’nın kadın karakterleri… Zayıf, histerik, batıya özenen, ailesini dinlemeyen, bir yandan da “o kadın karakterleri olmazsa roman da olmaz” dedirten kadınlar. Batı ve Doğu tartışması neredeyse sadece kadınların hayatlarının nasıl olması gerektiği üzerinden yürüyor…
Bu kitaba dair değinmek istediğim tek nokta bu değil. Safa’nın felsefi bir bakış altında karakterleri incelemesi, psikolojik yönden karakterlerin sorunlarına eğilmesi kitabı bence çok ilginç ve değerli kılan bir nokta… Hatta, karakterleri ve söyledikleri birbirleriyle çok tutarlı olduğundan gözümde canlandırabildim o insanları. Ve düşünüp biraz da bugüne uyarladım. Ne erkek karakterleri ne de kadınları bugüne tam anlamıyla oturtabildim. Çünkü o geleneksellik ve kadına bakış açısı şu an çok sorunlu bir bakış açısı olarak algılanabilir. Ama genel anlamda bahsettiği anlayış ve felsefeleri fazlasıyla gündemdeki meselelere benzettim (Mesela bir memleketin Cumhurbaşkanı’nın ‘onlar bizim kültürümüzden değil’ demesi…). Hatta Peyami Safa felsefi sorulara da yanıt aradığı için bir yandan aslında sorduğu sorular sonsuz, tam bir cevap bulmak da imkânsız.
Besim, Samim ve Mefharet üç kardeştir. Yeşilköy’de bir konakta otururlar, Arnavut kökenlidirler. Mefharet’in iki çocuğu vardır Aydın ve Selmin. Kitap Mefharet’in kızının çeşitli huysuzluklarla aileyi huzursuz etmesi ve gayrimeşru bir çocuk doğuracağı haberiyle başlar. Besim ve Samim o zaman için İstanbul beyefendileri olarak, okumuş görmüş insanlardır. Namus abidesi yaratma çabası olmayan erkekler ve dayılardır. Tabii o zaman için bu çok sıradışı bir durum, belki de birkaç aileye mahsus bir durum. Bir yandan da bir Paris esintisi vardır diğer karakterlerin özendiği ve gitmek istediği. Şaşırtıcı olmayan şey ise bu özentiliğin daha çok kadınlar arasında yaygın olması ve bunun toplum – ve ‘toplumun ana düşünce damarlarını oluşturan erkekler tarafından’ – hoş karşılanmayışıdır. Ailesinin baskılarından bıkmış olan Meral (ki kendisi en önemli karakterlerden biridir kitaptaki) Paris’e gitmek, ne pahasına olursa olsun kaçmak ve özgürleşmek istemektedir. Bunun için kendisinden çok yaşlı birisiyle evlenmeyi dahi göze almıştır. Bunu öğrenen babası ve ağabeyi Samim ile Besim’in Selmin’e vermediği tepkileri verirler, ona daha baskıcı davranırlar. Samim ise Meral’den çok daha büyük olmasına rağmen aslında Meral’e aşıktır, ama Meral ile bir gelecek kurma imkânları neredeyse yok gibidir. Çünkü Samim felsefeyi, Meral ise Paris’i sever. Meral uçmak ister, Samim’in ise ayakları hep yere basar. Aralarındaki bu gerilim kitabın büyük bir kısmına yansırken, Samim’in düşünce biçimi ve zekası, her konuda bilgi sahibi olması bizi büyüler. Fakat Kerem Gün’ün 2002 yılında Yalnızız üzerine yazdığı lisansüstü tezine göre Samim aslında Doğulu erkek tipini temsil eder (s. 32).
Samim, kardeşi Besim’e göre daha ruhani ve daha derinliklidir. Besim hayattan kâm almanın hayatın anlamı olduğuna karar vermiştir. Fakat kitap ilerlerken görürüz ki Samim’in bilgeliği de bazı tecrübelere dayanmaktadır. Buna rağmen iki kardeşin yapısı birbirinden çok farklıdır. Samim Simeranya adında ütopik bir memlekete inanmıştır. Ne zaman bir sorun çıksa ona sorarlar, Simeranya’da olsak işler nasıl yürürdü, gibisinden. Samim de buna benzer cevaplar verir:
Simeranya’da yalan tamamıyle lüzumsuz hale gelmiştir; anlaşılmıştır ki bu, tabiatın ve hayatın içindeki zıtlıkları barıştırmayan insanın bir görünüş ahengi yaratmak için kutuplardan birini örtme ihtiyacıdır. Bu zıtlıklar ortadan kalkar ve uzaklaşırsa yalana gerek kalmaz. (s.61)
Bir yandan Samim’in Simeranya’sı ütopik olarak Thomas Moore’un Ütopya‘sını andıran bu kitapta herkes olmak istediğini olur, yeteneğine göre. Her şey iyidir, güzeldir, düzenlidir bu ülkede ama yine de çözülemeyen sorunlar vardır. Bu ülkenin insanları ölüm gibi konuları sükunetle karşılarlar mesela. Bu noktada yazar Peyami Safa bir yandan dini bir inanış sebebiyle mi bu sükûnet ve kabullenme hali insanlarda vuku buluyor bunu açıklamıyor tam olarak. Dolayısıyla kitapta dinin yeri ve inanç tartışılır. Daha çok akılcı ve mantıkçı yollar izlemiş karakterleri aracılığıyla Safa. Bu sebeplerle Simeranya ülkesi daha sosyalist bir ülke midir yoksa herkesin huzura başka türlü erdiği bir ülke midir, bu soru işareti olarak kafamızda bir yerlerde kalıyor. Fakat önceden de belirttiğim gibi Samim karakteri incelenince, aslında Simeranya akla, felsefeye ve bilime daha çok dayanan ve bunlara dayanılarak birçok sorunun ortadan kalktığı bir ülke izlenimi veriyor.
Özellikle bu aşağıdaki diyalog benim okurken çok hoşuma giden bir diyalog. Besim ile Samim arasında geçen konuşmalarda sanki bilinçsizlik ve bilinçlilik arasındaki farkı görür gibiyizdir. Samim sorular sorar Aristo gibi ama aslında cevapları da sorularının ve argümanlarının içindedir. Besim’den her zaman için bir adım öndedir düşünceleri. Ve kendisinden, nasıl bir dünyayı kurmak istediğinden ve bu dünyada nasıl bir düzenin yer alması gerektiğinden kesinlikle emindir:
Besim: Bunların hepsi nazariyedir. Ben şimdiye kadar hayata uyan bir tek ekonomi nazariyesi görmedim. Devletçilik yapmayan liberal bir rejim, az çok serbestlik vermeyen devletçi bir rejim, mülkiyeti kökünden kazımış bir komünist idare, programı harfi harfine tatbik eden bir sosyalist hükümet görmedim…
Samim: Çünkü işsizlik kapitalist cemiyetlerin problemlerinden biridir; kütle halinde bile olsa, ekonomiden başka cepheleri göze görünmez. Aç adam iyi bir misal değil. Çünkü tek. Bir çok individuel hususiyetleri olabilir. Onu mutlaka yanlış kurulmuş sosyal bir nizamın kurbanı gibi alamayız. Kendi ahlak ve irade hatalarının suçlusu da olabilir. Bırakalım onu. İşsizi değil, işçiyi alalım. Onun kazancı istihsaldeki rolünün tam karşlığı mıdır? Ne dersin?
Besim: Ölçü yok…
Samim: Değildir, tam karşılığı değildir. Yahut birçok liyakatli işçiler için değildir. Çalışanlar ve sermayeciler arasındaki kazanç farkları nisbetsizdir. İktisadi huzursuzluğun bunda doğduğu bellidir. Kabul etmiyor musun?
Besim balkonun parmaklığı hizasında ağabeyisine arkasını dönerek birkaç adım attı, sonra geri döndü ve cevap verdi: ‘Evet, fakir-zengin aşikâr. Fark büyük. Haksızlık da belli. Ciğeri beş para etmez heriflerin milyoner, değerli adamların fakir oldukları görülmüyor değil. Bunlar malum, çare ne, onu söyle. Mülkiyetin kalkacağına inanmıyorsun. (s.63)
Sayfa 94’teki yorumlarıyla, karakterlerden Besim’in ne kadar samimi ve ne kadar hayatın içinden, şakacı bir tip olduğunu bu alıntılardan takip edebilirsiniz.
Elbette kadınlara verilen rolü burda eleştireceğimi belirtmiştim. Selmin ailesini çıldırtan huysuz bir genç kadın, Mefharet sürekli bayılma riski atlatan anksiyeteli bir anne, Meral batıya özenen hoppa bir kız, Meral’in bir arkadaşı Feriha ise geleneksel toplumun algısına göre düşmüş bir kadındır. Meral’in annesi Necile ise yıllar önce kocasını aldatmış ve toplumca dışlanmış, o zaman için çok zarif ve çok güzel bir kadın olmasına rağmen metres hayatı sürdürmekten öte bir hayat kuramamıştır. Bunlara tam bir zıtlık oluşturan karakterlerden Samim ise eğitimlidir ve feylesoftur. Doğası çok sert olmayan Besim rahat bir tiptir, hayatta kaygılanmaz ve gereksiz endişelerle ruhunu yormaz. Bu da onun yine erkek stereotipine ne kadar yakın olduğunu gösterir. Selmin’in nişanı atmış olduğu Ferhat ise pek yontulmuş bir karakter sayılmaz. Gezer tozar, her türlü çapkınlığı yapar fakat kızkardeşini ne yaparsa yapsın kınar ve baskı altına almaya çalışır. Aslında bu kitapta Peyami Safa o toplumu o kadar güzel bir şekilde gözler önüne sermiştir ki o toplumca kadınla erkeğin bire bir farklı addedilen rollerini, amaçlarını, doğalarını o zamanın İstanbul’unda tam manasıyla anlayabilmek mümkün.
Değişik tasvirlerle bu kişilikleri başkalarının ağzından dinleriz:
Şüphesiz, dedi, Selmin’i çok severim; dediğim gibi her kadını tehdit eden aşk dönmesi halleri müstesna, onun en azgın hisleri üstünde bile saltanatını kuran ihtişamlı bir iradesi vardır. En tesirli çapkının dudakları onun topuklarından yukarı çıkamaz. (s.96)
Samim ana karakter olarak herkesi bilinçlendirme görevini üstlenmiştir sanki. Tüm kitap boyunca okuyucu onun bilgisine, aklına ve yorumlarına sırtını yaslar. Sâfi mantıktır bu Samim. Samim Selmin’e şöyle der: Sen şimdi aşk mücadelesi değil mücadele aşkı içindesin. Bundan ne anladığımı söyleyeceğim. Evvela annene karşı bir bağımsızlık savaşı açtın. Bu, senin vesayetten kurtulmak isteyen ve tam gelişmesinin şartını hürriyette bulan şahsiyetin uzun yıllardan beri gördüğü rüyadır. Annene kendi arzunu kabul ettirdikten sonra Ferhat ile baş başa kalacaksın. Onunla mücadelen kendi kendinle mücadelendir. Buna aşk denemez. Çünkü aşkın muzaffer olduğu mücadelelerde artık mücadele yoktur (s. 125).
Yine sayfa 143’te aşk ve evliliğe dair bazı güzel söylemler bulabilirsiniz. En güzeli de Samim’in Hegel’den ve diyalektikten bahsetmesidir:
Her hazzın kedere ve her kederin hazza gidişi iradi veya gayri iradi arasında gidiş geliş böyle bir iç diyalektik veyahut onun tabiriyle ‘lastikli düşünce’ veya ruh hareketidir ki, bir uçtan ötekine ve ötekinden yine berikine gitmektedir. Fakat bu zıtların gece ile gündüz gibi birbirlerini takip etmedikleri, iç içe ve aynı zamanda mevcut oldukları da düşünülebilir. Pasiflik ve aktiflik birer cepheleriyle aynı şeydirler. Bunlardan başka üçüncü bir hâl daha vardır ki orada ne diyalektik harekete, ne de zıtların aynı zamanda mevcut oluşuna rastlanır. Bir senteze varılır (ki Hegel’i hazırlayan asıl düşünce de budur.) (s. 152)
Bu romandaki üç kadının yeri geldiğinde ‘dengesiz’ oluşu ve erkeklerin onları kontrol altına almak istemesi, özetle düzene ayak uydurmaya çalıştırmak istemesi kitaptaki diyalogların büyük bir kısmını oluşturuyor. Kadınların hep o dalgalara kapılışı olmasa kitaptaki erkekler işleriyle güçleriyle meşgul, felsefe, iş ve ticaret dünyasında sıkışmış mâhluklar.
Ve her ne kadar kadınların rolleri kısıtlı gibi görünse de aslında o toplumda kadın ve erkek arasındaki ana karşıtlıklar çok açık bir şekilde ortada. Yani yazar Peyami Safa aslında bu farklı dünyaların kuruluşunun arkasındaki eşitsizliğin farkında olmalıydı bunları yazarken. Enteresan bir şekilde kitaptaki erkekler kadınlara karşı acımasızdır. Fakat bu acımasızlık bugün kadına karşı varolan kapitalist sistemdeki acımasızlığın yanında çok daha zayıf kalır. Mesela Necile Hanım ellerinin veya boynunun kırışıklıkları nedeniyle (her ne kadar kendisini genç kılmak için bir sürü kozmetik ve krem kullanmış olsa da) yaşını gizleyemez. Erkeklerin metreslerinin olması, hatta en akıllı ve bilgili ve eğitimlisinin bile, normaldir. Normal olmayan bir kadının metresliği kabul etmesidir sanki metresi olunan kişi bu resimde hiç yokmuş gibi.
İnce ince elenmiş sık dokunmuş, oya gibi işlenmiş ve muhteşem bir Türkçeyle yazılmış bu kitap aslında Peyami Safa’nın ne kadar hassas bir karaktere sahip olduğunu kanıtlıyor. Kendisi her ne kadar kadınların iç bunalımlarına tercüman olmuş olsa da, daha çok sahiplenici ve biraz daha muhafazakar bir düşünce yapısına sahip aşık bir erkeğin aklından geçenleri tüm detaylarıyla, en güzel biçimde anlatmıştır. Bu anlatıma hayranlık duymamak elde değil.
Kitapta kadın ve erkek ayrımının eridiği nokta yalnızlıktır. Her karakter kendi çapında yalnız ve unutulmuştur. Anlaşılmak istese de anlaşılamamıştır. Kimisi topumdan dışlanmıştır, kimisinin kocası vefat etmiştir, kimisi ailesine söz geçirememektedir, kimisi kaçıp kurtulmak istemektedir, yaşlı bir baba ise ölüme yakın, tüm ailesine uzaktır… Herkes ama herkes kitapta biraz yalnızdır. Çünkü hiçbir karakter tam olarak birbirine benzememektedir. Fakat hiçbir karakter aynı zamanda içinde sadece iyilik yahut kötülük barındırmamaktadır. Hepsinin zayıflıklarına zaman geçtikçe, sayfalar ilerledikçe şahit oluruz. Yalnızlık burda yarı bir delilik halidir. Hiçbir insanın doğasının tam olarak birbirine uygun olmaması aslında bize insan olarak benzer durumların içinde hangi sınıftan, zümreden, cinsiyetten geliyor olursak olalım, düştüğümüzü gösterir. Elbette bazı karakterler ahlak kuralları nedeniyle bazıları ise zihni bir yalnızlık nedeniyle toplumdan ayrı düşmüşlerdir. Yalnızlık üzerine:
‘Yalnızım, yalnızız. Bak bu infirat romantizmi, anladın mı? Geçen asrın şairlerini isyan ettiren bu infirat romantizmi, daha önceki asrın insan haklarına temel yaptığı bu infiratedeolojisine karşıdır. Bu işte yakıcı ve boğucu yalnızlık korkusu, bu müthiş fobi, ferdiyetler nizamı üstüne kurulmağa doğru her gün biraz daha fazla giden nizamların Ben’ler arasındaki mesafeleri açarak ruhların birbirlerine intikallerini ve kaynaşmalarını mümkün kılan polipsişik bir havadan onları mahrum etmesidir.’ (s. 347)
Kitap çok sürükleyici ve yoğun bir roman. Merak uyandıran bir şekilde ilerliyor ve karakterler hafızada yer ettiği için de günler sonra kitaba döndüğünüzde bile sanki önceden tanışmış olduğunuz ve karakterini az çok bildiğiniz kişilerle yeniden konuşuyor gibi oluyorsunuz. Karakterlerin birbirlerine verdikleri haberler merakımızı körüklerken Peyami Safa bize bir sürpriz yapıyor kitabın sonunda.
Peyami Safa’nın hayatına dair ufak bir bilgi vererek yazımı sonlandıracağım.
Bacağındaki bir sorun nedeniyle düzgün bir eğitim görememiş ve de kendisini eğitmiş olan Peyami Safa aslında muhafazakâr olarak bilinse de sosyalizan bir dönem de geçirmiştir. Nâzım Hikmet ile zamanında iyi dostlar iken araları açılmıştır. Peyami Safa’nın Nâzım’a yazdıkları elbette çok kırıcı, incitici ve hak edilmemiş sözlerdir. Nâzım ise eski putları yıkmak derdindedir. O da gereken karşılığı Peyami Safa’ya ağır bir şekilde vermiştir. Bunları okumak isterseniz: http://www.duseyazanlar.com/editorun-sectikleri/edebiyatimizda-kalem-savaslari-nazim-hikmetin-peyami-safa-ve-yakup-kadri-ile-polemikleri.html/
Her türlü ideolojik duruştan uzak, Peyami Safa’nın romanları Türk Edebiyatı’na damgasını vurmuştur. Anlatım açıklığı, kurgu ve karakterler açısından bu kadar duru ve güzel bir kitabı önceden okumadığıma biraz hayıflandım. Eğer ki Peyami Safa’nın bu romanı ile ilgili 100 sayfalık bir tez okumak isterseniz, Bilkent Üniversitesi’nde yayımlanmış şu tezi buldum: http://www.thesis.bilkent.edu.tr/0002023.pdf.
Elimdeki kitap Ötüken Yayınevi’nin 2000 yılı baskısı. Ve tam tamına 365 sayfa, Türkçesini ve imlasını gayet beğendiğim bir basım olmuş. Herkese Peyami Safa’nın en azından bir romanı okumalarını tavsiye ederim. Güzel bir Türkçe’ye ve kurguya hasretseniz güzel bir fırsat olacaktır. Tabii öyle çok fazla feminist damarınızı kabartmassanız da iyi olur. Ne de olsa kitap 1951’de yazılmış. Ve ne de olsa Peyami Safa o zamanın muhafazakârlığıyla psikolojik incelemeyi güzelce harmanlamış fakat bunun ötesine geçerek, bir devrim yaratma derdine kapılmamış.
Bu teze göre Peyami Safa zamanın muhafazakâr roman yazarlarına bu kitabıyla bir istisna teşkil etmekte. En önemli otobiyografik romanı 9. Hariciye Koğuşu‘dur. Diğer önemli romanları ise Sözde Kızlar (1923), Canan (1925), Fatih-Harbiye (1931)’dir. Ama bunların yanısıra bir sürü inceleme yazmış batılılaşma ve Türk toplumu üzerine…
About sahizer samuk
Her ne kadar yıllardır siyaset bilimi ve göç gibi konularda uzmanlaşmaya uğraşmış olsam da her zaman edebiyat ile içli dışlı olmayı tercih ettim. Edebiyat bir kaçış noktası ve sığınıştır benim için. Edebiyat ile uğraştığım konuların birbirinden bağımsız olmadığını anlamam da benim için en büyük teselli oldu ve ders kitabı yerine roman yahut şiir okurken kendimi hiç de suçlu hissetmedim. Şimdiye kadar beni en çok şaşırtan romanlardan biri Suç ve Ceza'dır ve tahminimce bu hep böyle kalacaktır. Rus edebiyatına her ne kadar dünya edebiyatı adı altında olsa da ayrıca hayranlık duymaktayım. Lafı uzattım. Kusura kalmayın.
//
Teşekkürleer bu güzel tahlil için:)