“Unutmak kelimesi undan çıkmış. Bildiğimiz un yani, hamur işi, öyleymiş. Unutmak için un ufak etmek gerekiyormuş. Birini bütün olarak unutamazmışsın zaten, öyle pat diye unutamazmışsın. Öyle yavaş yavaş gidermiş, yavaş yavaş unuturmuşsun. Gözleri, kaşı, burnu ile kulağı, sesini yavaş yavaş. Unuttuğun zaman da o kişi olmazmış. Hatırlamazmış. Sonra, unuttuğunu unuturmuş.” Behzat Ç.’nin final bölümünün final sahnesinden
Türkçede “unutmak” sözcüğü gerçekten “un ufak etmek”ten mi geliyor, onu bilmiyorum. Fakat ne zaman unutma/unutmaya zorlanma/unutamama/ unutmamak için direnme vb eylemler üzerine düşünmeye girişsem burada “unutmak” ile “un ufak etmek” arasındaki mantıksal bağlantı zihnime düşer. Sadece ikili ilişkiler düzeyinde değil, kırımlar başlatmış savaşları, yıkımlara uğratmış depremleri, çocukluk travmalarını, belki sevinçleri ve hatta zaferleri zihnimizin öğütme gücünü de düşünürüm. O öğütücünün çapını zorlayan, hazmı zor, kabullenmesi ağır, taşıyanın sırtında kambur bir geçmişin yüklerini. Türk toplumuna sıklıkla atfedilen hafızasız/unutkan olma halini de hesaba katınca un ufak edenler ve edilenler nasıl es geçilir? Yaşar Kemal’in Bir Ada Hikâyesi dörtlemesinin ilk kitabı Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana işte bu es geçememe halinin bir sonucu. Acılar unutulmasın diye ve unutmanın imkânsızlığına dair bir roman. Ancak, sözünü ettiğim imkânsızlık, romana karamsar tonda bir ağırlık atfettiğimi düşündürtmesin. Aksine, her şeye rağmen her gün yeniden doğabilme fikrini ve yeni bir başlangıç yapabilme umudunu aşılayan bir eser bu ilk cilt.
Lozan Konferansı’nda alınan Mübadele kararıyla Yunanistan’a gönderilen Rumların boşalttığı Karınca Adası’na Poyraz Musa’nın gelişiyle açılıyor roman. Kimseciklerin kalmadığı zannedilen adaya bir ev, bir de değirmen aldıktan sonra yerleşen Musa’dan başka, 3000 yıldır yaşadığı topraklardan gitmeye razı gelmeyen ve adaya ayak basacak ilk kişiyi vurmaya İncil’e basarak ant içmiş Vasili de oradadır halbuki. Vasili Atoynatanoğlu, Musa için uzunca bir süre onu takip eden bir karartı, kasabalılara göre ise insansızlıktan gördüğünü zannettikleri bir hayalet olur. Musa ise, Vasili’nin öldürmeyi her gün bir sonraki güne ertelediği acınası bir zavallı; bazı zaman uzaktan gördüğü, bir gülümsemesiyle içini sevince boğan, bazı zamansa onu olmadık yere öfkeden kudurtan, Vasili’ye adeta Sarıkamış’taki cani yüzbaşıyı anımsatan yok edilmesi gereken bir düşman olacaktır. Günler günleri böylece kovalar, hem Musa hem Vasili yeri gelir savaşın bıraktığı travmayı bugün gibi yaşar, okuyanı sayfalar boyunca savaşın yıkıcılığına, insanı varlığından utandıracak türdeki şiddetine tanık ettirirler; yeri gelir, eşi benzeri olmayan cennet adanın kucağında geçmişin yükünden ve geleceğin kaygısından azade bir şekilde doğa ile bütünleşirler. Gönderildiği Yunanistan’dan kaçan (Musa’nın deyimiyle) Lena Ana’nın adaya dönüşü ve bir fırtına sırasında denizin ortasında kalmış Musa’yı Vasili’nin ölümden kurtarmasıyla sadece kovalamaca bitmeyecek, aynı zamanda romanda da geçen “insan, aslında her gün yeniden doğar, yeter ki istesin” minvalindeki cümleyi doğrular biçimde, birbirlerini tanımadan birbirlerine karşı biriktirdikleri korku, öfke, nefret benzeri hasmane duygu ve düşünceler de yok olup gidecektir. Birinci cilt, Kadri Kaptan ve annesi Melek Hanım’ın adaya yerleşmesiyle sonlanırken, elbette okur olarak adanın ve yeni sakinlerinin devam ciltlerdeki geleceğini merak ediyorsunuz.
Fakat, kitabı bitirdiğimde benim içimdeki baskın düşünce, Yaşar Kemal’in bir yazar olarak, insanın ve doğanın derinliklerine ne denli nüfuz etme duyarlılığı ve buna muadil kuvvette de bir kalemi olduğuydu. Kemal, Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana’nın 1997 yılında Adam Yayınları tarafından basılmasının ardından Nilüfer Kuyaş’a verdiği röportajda şöyle anlatıyor kitabın konusunu: “Birinci Dünya Savaşı’nın korkunç kırımından sonraki hikâyedir. Birinci Dünya Savaşı insanlık için bir yıkımdır. Bütün savaşlar gibi… Bu savaşın sonucu da insanlık için yıkım oldu. Üç aşağı, beş yukarı, bütün savaşların sonucu gibi. Bu ne bir tarihtir, ne de bir röportajdır. Bir romandır. Bir ada toprağının macerası ve trajedisidir. Rumlar gittikten sonra ada boşalır. Boş adayı bir süre sonra Karadeniz’in Lazları, Kafkas’ın Çerkezleri, Kürtler, Türkler, türlü soydan insanlar doldururlar ve doğa ve insan macerası başlar. Burada, bu maceranın içinde odak noktası insandır. Onun macerasıdır, doğanın macerasıyla birlikte.”[1]
Özlemle andığı eşi Tilda Kemal’i kaybettikten ve 4 ay tek satır yazamadıktan sonra verdiği ilk röportajda ise Doğan Hızlan’a şöyle diyecektir Kemal: “Bu bir anlamda benim de ailemin hikâyesi. Benim ailem bir sürgün aile. Kafkaslardan gelmiş bir kısmı. Bir kısmı da Asuri. 1854’te Çar’a isyan etmişler ve Van gölü kıyısındaki ilk köyün oraya gelmişler. Fakat o köyden göçmeleri korkunç. Birinci Dünya Savaşı’nda Rus orduları yukarıdan aşağıya, Kars’tan Van’a doğru iniyorlar. Köyden binlerce insan geçerek kaçıyor. Bizimkiler pek aldırmamış önce. Başlarında da babamın amcası olan bir bey var. Top sesleri gittikçe yaklaşıyor ve sonunda köyün içine bir gülle düşüyor. Büyük bir yarık yapıyor ve oradan su çıkıyor. Mecbur kalıyorlar o köyden göç etmeye. Oradan şunu çıkardım ben. Bir kişinin, bir insan topluluğunun, yaşadığı topraktan ayrılması, yüreğinin kopması gibi bir şeydir.”[2]
Kemal’in de sözünü ettiği sürgünün yürek yakan etkisini romanda, Vasili’nin adada bir başına kaldığı ve “belki bir tekne kıyıya yaklaşır” umudu ve aynı zamanda korkusuyla geçirdiği birbirinin hemen aynısı günlerdeki duygu karmaşası aracılığıyla anlıyoruz. Bir travmanın, geride bıraktığımızı zannettiğimiz başka bir acıyı depreştirmesindeki gibi, Vasili’nin boşaltılmış adadaki derin yalnızlığı ve hüznü de Sarıkamış’ta savaştığı günlerin sarsıcı anılarıyla bölünüyor. Adanın insanı yaşam sevinciyle dolduran doğa harikası güzelliklerinin anlatıldığı bölümler ile savaş anılarındaki yıkıcılık, yok edicilik, zulüm ve acı arasındaki tezat sadece Vasili’nin değil, Poyraz Musa’nın hikâyesinde de ada ile kurduğu ilişki sayesinde açığa çıkıyor. Bu anlamda, Kemal bize bu ilk ciltte, sanki düş ile kabus arasında bir geçiş etkisi uyandırırcasına cennet ile cehennemi birarada veriyor. Cehennemi görmüş iki adamı, cennetten kovulmayı reddeden Vasili ile cenneti arayan Musa’yı Karınca Adası’nda buluşturarak. Sözünü ettiğim karşıtlığı örneklemek adına iki alıntı vermek gerekirse:
“Bir süre tümseğin üstünde oturdu, arkasında mor kamışlar hışırdıyor, çınar dalları mor bir aydınlıkta ışıldıyor, deniz menevişini, inceden, uzaktan gelen ışıkların üstüne savuruyordu. Vasili dünyayı hiç bu kadar güzel görmemişti. İnsanlar mı dünyayı çirkinleştiriyor, kirletiyorlardı, acaba? Derinden ürperdi, titredi, menevişli denize gözlerini dikti. Yok, yok diye, geçirdi içinden, yok, yok olamaz. İnsan sıcaklığı olmadan bu dünya böyle candan olamaz. İnsan gözleri bu dünyayı böylesine okşamadan, sevmeden bu dünya böyle güzel olamaz. Bu kokular, insanlar kokladıkları için böyle delicesine dünyayı doldurur, bu yıldızlar insanlar baktıkları için bu kadar parlaktırlar, bu denizler insanları sevinçten çıldırtmak için böyle menevişlenirler.” (sf. 100-101)
“Ve Poyraz düşünüyordu ve Poyraz kendi kendine düşünüyordu, sen diyordu, Emirim sen Allahuekber dağının yamaçlarında dimdik, ayakta donmuş kalmış insan ormanını gördün mü? Sen Emirim, yüzlerce insanın, çoluk çocuğun, genç kızların yaşlıların hançerlenerek, çırılçıplak soyulduktan sonra Fırat’a, Dicle’ye atıldıklarını gördün mü? Sen, yüzüne bakmaya kıyamayacağın, doyamayacağın kızların memelerinin kesilerek öldürüldüklerini gördün mü, kesilmiş kanlı memelerin kızgın kumlarda kanadıklarını?… Yüzlerce kartalın memelerin üstüne çokuştuklarını? Kanlı memeler için o yırtıcı kartalların pençe pençeye, tüyleri savrularak birbirlerinin gözlerini oyduklarını?” (sf. 261)
Bu noktadan ayrı olarak, romanın dikkatimi çeken bir yönü de, aslında Kemal’in her ne kadar tek dilli bir metin yaratmış olsa da karakterlerinin çok dilliliğini unutmamış olması. Metnin içerisinde “bu ifadeyi Türkçe söyledi,” ya da “bütün bunları Rumca konuşuyorlardı,” şeklinde anlatıcı olarak araya giren Kemal, böylece dilleri de görünür kılıyor. Ya da, mesela kullanılan deyimsel bir ifadenin Türkçe kökenli olduğunu belirterek ve aslında bunu yaparken Türk okurda da bir bilinç uyandıracak şekilde şöyle ifadelere yer veriyor: “’Üç bin değil, on bin yıllık toprağım olsa bile burası, ben burada kalamam. Bu adam benim yüreğimi kirletti.’ Yüreğimi kirlettiyi de Türkçe söyledi.” (sf. 66) “O zaman o, her zaman sana karasevda bağlamıştı. Karasevda sözcüğünü Türkçe söylüyordu.” (sf. 96) Tabii, okurken, acaba Rumca ifadeler ya da Arabistan çöllerinde geçen bölümlerde Arapça konuşulduğu belirtilen diyaloglar metin içerisinde de o şekilde var olup dipnotta Türkçe karşılıkları yazsa nasıl olurdu diye düşünmeden edemedim. Türkiye’de 1990’lar sonrasında üretilen sinemadan bahsederken “Türk Sineması” yerine, yapımların çok dilli ve çok etnik kimlikli özelliğini ve temsil gücünü de ifade eden “Türkiye Sineması” gibi bir adlandırmanın kullanılmasındaki gibi, kulağa ütopik gelebilecek bu çok dilli edebi eserler yaratma düşüncesi hayata geçse “Türkiye Edebiyatı” kategorisinde değerlendirilebilecek çalışmalara kapıyı aralayabiliriz.
6-7 Eylül olaylarının 59. yıldönümünde, belki Yaşar Kemal’in kendisi de, Bir Ada Hikâyesi’nin o günlerde ve sonrasında hayatı un ufak edilmişleri anımsamamıza vesile olmasını arzu eder. Dolayısıyla, ister unutma eylemine karşı bir direniş olarak, ister yaşanmış acılara sessiz bir ortaklık adına, isterseniz insan ve doğa arasındaki ilişkinin özüne dair unutmaya zorlandıklarımızı anımsamak, hayatın ağır gelen gerçeklerinden, geçmişin yüklerinden birini omuzlamak adına okuyun bu kitabı. Bu ülkede Yaşar Kemal gibi bir efsaneyi kendi dilinden okumak, her ne sebeple olursa olsun, bir şereftir. Bu şerefe er ya da geç nail ol, sevgili okur.
[1] Nilüfer Kuyaş, “İnsan her gün yeniden doğar,” Milliyet, 11 Kasım 1997.
[2] Doğan Hızlan, “Dört ay tek satır yazamadım,” Hürriyet, 6 Mayıs 2001.
Sesli Kitap Yorumu icin tıklayınız.
About Ays.
"kelimeler albayım, bazı anlamlara gelmiyor" ile "dürtme içimdeki narı üstümde beyaz gömlek var" arasında.
Twitter •
//
Yaşar Kemal’i hiç okumamış olmanın utancını yaşıyorum şu an. Fakat bu yazıdan sonra dörtlemeyi mutlaka okuyacağım.