1 Yorum


  1. // Cevapla

    Edebiyat Dergilerinden adını sıkça duyduğum bir yazardı Tezer Özlü. Hüzünlü bir hayat hikayesi var. Bu kitapta da gençlikten olgunluğa hayatını çarpıcı ve okuyanı etkileyici ve cesurca anlatmış. Hayata küsüşü, başarısız intihar girişimleri, hastalığı ve bu dönemde yaşadıkları olaylar bu kitapta anlatılmış. İlginç, inatçı değişik bir kadın Tezer Özlü. Hayatla çok mücadele etmiş, intiharı deneyip başaramayıp göğüs kanserine yenilerek erken kaybedilen bir yazar. Kitapta anlatılanlar beni etkiledi, Karamsar bir hava esiyor kitap genelinde. Yazarın manik depresif ruh halini yansıtıyor belki de. İlk gençlik yılları, yaşadığı ilk cinselliği, aile hayatı, okul ve hastane yılları vurucu bir şekilde anlatılmış.

    Kitaptan akılda kalan güzel sözler var:

    “..Süm, somyanın çukuruna yatar yatmaz uyuyor. Ben de çukura inen yokuşta uykuyu arıyor, Tanrı’nın var olup olmadığını düşünüyorum. Tanrının var olmayacağına inandığım geceye dek, ona hepimiz için uzun uzun yakarıyorum. Artık yakarmama gerek kalmadı. İstediğimi düşünebilirim.”

    “Evin holündeyiz. Günk de geliyor. Babam ikimize incir sunuyor:
    — Bu kadar güzel yemişler varken, insan nasıl ölmeyi düşünür?
    diyor.
    (Sözlerindeki gerçekliği bugün bile anlayıp anlamadığımı bilemiyorum.)
    İntihar düşüncesi peşimi bırakıyor. Çoğunluk gibi doğal ölümü
    bekleyeceğim.”

    ” Çünkü sinir hastalığı da bulaşıcı bir şey. Hem öyle mikrop almakla değil, bir insanın umutsuzluğunu derinden algılamakla bile geçebilir.”

    ” Neden bunalımları çözümleyemiyoruz? Neden dost olmadan, erkek-kadın, karı-koca olmaya çabalıyoruz? Yirmi yaşlarının başındaki insanlar böyle mi olmalı? Sevişmek için, ilkin nikâh imzası mı atılmalı? Ya da yalnız kalıp, yıllar yılı erkek-kadın özlemiyle kendi kendilerine mi boşalmalılar? Erkekler, kadın resimlerine mi bakıp heyecanlanmalılar? İlk kadını genelevde mi
    tanımalılar? Karı-kocalar birbirlerinin gövdelerine “mal” gözüyle mi bakmalı? İnsanın doğal yapısı bu davranışların tümüne aykırı. Bizim insanlarımızın insan sevmesi, insan okşaması çocukluktan engelleniyor. Saptırılıyor. Çarpılıyor.”

    ” Uzun yaşamın bir küçük kesiti.
    Dünyasındaki insanlardan biriydim. Onunla birlikte hiçbir şeyim ölmedi. İnsan ölümünü kendi kendine ölüyor”

    ” Tiyatronun taş basamağına oturmuş, doğaya bakıyorum. Birkaç
    saat sonra köyden ayrılacağım. Büyük kente döneceğim. Uzun süre yalnız güneşin doğuşunu, batışını, bulutların rüzgârla birlikte koşuşunu, yağmurlu, yağmurdan sonra çok ender görülen gökkuşağını ve gökkuşağının mora bürüdüğü denizleri, dilediğimce seyretmek isterdim. Oysa koşullandırılmış bir büyük kentliyim. Doğadan ayrılıp, beton alanların, asfalt yolların kıyısındaki taş yapılara, apartmanlara döneceğim.”

    “Yıllar, olaylar beni hiç yıpratmamış, aksine duygularıma yön vermiş. Güzelin, bir insanı sevmenin, bir insanın tenini okşamanın, bir insanla birleşmenin kutsallığını, bu kutsallığın tadına varmayı öğretmiş bana.”

    “İki insanın birleşmesindeki sonsuzluk özü olmalı insan yaşamının. Özü olmalı güneşin. Özü olmalı sevişmeyi duyan ve duyuran gücün. Bizi saran sıcaklığın. Soğuyan gecelerin. Ve geceleri gökyüzünü bürüyen yıldızların. Akdeniz’in üzerini kaplayan mavi gökyüzünün özü olmalı bu birleşme. ”

    “Bizi saran sıcaklığın. Soğuyan gecelerin. Ve geceleri bürüyen yıldızların. İki insanın sarılarak geçirdiği bu sarsıntı özü olmalı evrenin. Sonsuza dek varan, var eden, yaşatan, yaşamı ileri çağlara doğru devreden bu birleşme…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir