Bazı kitaplar bir kişinin ya da bir dönemin fotoğrafını çeker, bazıları ise o dönemin ruhunu ya da kişinin hissiyatını size duyumsatır. Üç yıl önce yazdığım Fıtratını Aşan Kadın’da ele aldığım biyografi Halide Edib’in fotoğrafını nasıl çekmişse, bugün değinmek istediğim Mor Salkımlı Ev de bir dönemi duyumsatıyor. Şüphesiz bunda yazarın kendi hayatını aktarıyor olması kadar en basit şeyleri dahi duygu yoğunluğu ile yazabilmesinin de önemli bir rolü var.
Bu duygu yoÄŸunluÄŸunun tam olarak neye tekabül ettiÄŸini biraz açalım. Mor Salkımlı Ev’de Halide Edib, çocukluk yıllarından baÅŸlayarak 1917’ye kadar geçen sürede yaÅŸadıklarını anlatır. Bu anı kitabının çok daha evvel yazılmış fakat 1917’den sonrasını anlatan bir de ardılı mevcuttur: Türk’ün AteÅŸle Ä°mtihanı. KurtuluÅŸ Savaşı yıllarını anlatan Türk’ün AteÅŸle Ä°mtihanı’nda baskın olan, coÅŸku ve kazanma hissidir- dönemin siyasi elitlerinin fikir ayrılığı ya da çatışmalarına raÄŸmen… Mor Salkımlı Ev ise tam aksine ağır bir kayıp ve karmaÅŸa duygusunu içinde barındırır. Bu yazıda kitabı bu kayıp ve karmaÅŸa hissiyatı üzerinden deÄŸerlendireceÄŸim.
İçimde, mor salkımlı bir ev var, Beşiktaş taraflarında idi. Çocukluğum o evde geçti, gittim aradım, bulamadım, yanmış… Onu yazacağım, diyerek başlar kitabına Halide Edib. Bu, küçükken yaşadığı mor salkımlı evin kaybı değildir sadece; kitabın ilerleyen sayfalarında görülecek, kişilerin ve içine doğulan memleketin de kaybıdır aynı zamanda.
Halide Edib daha küçük bir kızken, annesini kaybeder. Aslında ele aldığı dönem boyunca, başka evlerde mor salkımlı evden daha çok yaşar küçük Halide. Ama büyük ihtimal hasta annenin kaybı bu evde gerçekleştiğinden, hep o evi söyler, arar. Sadece bu kayıp değil, esere hâkim olan karmaşa ya da paradoks duygusunun başlangıcı da yine anne ve eve aittir: Halide, der, hem bu solgun anadan ayrılmak istemez, hem de ondan korkar. Ve sonrasında kitap bu iki duygu temelinde ilerler.
Sonrasında bir baÅŸka kaybı anar, fakat üstünü örtmek istercesine… Bu kiÅŸi birinci eÅŸi ve iki çocuÄŸunun babası Salih Zeki Bey’dir. Ä°liÅŸkileri Salih Zeki’nin ikinci eÅŸ almak istemesi ile sona erer. Bunu uzun uzadıya anlatmak istemez Halide Edib, ama bu travmanın izleri kitabın her yerinde baÅŸkalarının hikâyelerine baÄŸdaşık ÅŸekilde okunabilir. Poligami belası huzurun düşmanıdır, der sıkça… Dönemin ruhu ve aldığı eÄŸitim kadar, kendisini yataklara düşüren Salih Zeki’nin kaybının da Halide Edib’in kadın meselesindeki duruÅŸunu belirlediÄŸi aÅŸikârdır.
Bu yıllarda en büyük ve belki de tek heyecanı, 1908’de meÅŸrutiyetin ilanıdır. Kitap boyunca Abdülhamid dönemine atıfta bulunurken aslında babası dolayısıyla baÄŸlantısının bulunduÄŸu bu kiÅŸi onun için bir despottur. İngiltere’ye gittiÄŸinde gördüğü parlamentoyu anlata anlata bitiremezken Abdülmecid Efendi’yi görmek üzere gittiÄŸi saray için saray bende deniz tutmasına benzer bir his uyandırır diyerek tiksintisini belirtmekten geri durmaz. 1908’de MeÅŸrutiyet ilan edilmiÅŸtir, çünkü Halide Edib’e göre, insan sürülebilir, hatta imha edilebilir, fakat fikir öyle deÄŸil. Fikir kafadan kafaya, devirden devire atlar geçer ve kendini gösterir, ve yönetici sınıflar kudret mefhumunu yanlış anladıkları müddetçe ÅŸekil ve isimleri ne olursa olsun çöküp gitmeye mahkûmdur. Bu en heyecanlı dille anlattığı, sokaklarda herkesin birbirine sarılarak kutladığı ve hatta inanamadıkları için ‘kesin arkasında bir ÅŸey var, bu bir oyun olabilir’ diye bu coÄŸrafyada süregelen bir zihniyeti gözler önüne serdiÄŸi dönem de hemen ardından gelen karşı-devrim giriÅŸimi ile yine bir kaybı temsil eder.
Selim Ä°leri kitap için yazdığı sonsözde tarih kitaplarının dönemin ruh halini anlatmakta ne kadar zayıf olduÄŸunu söyler. Gerçekten de Halide Edib’in karşı devrim hadisesini tarif ediÅŸi, kendisi de isyancıların hedefinde olduÄŸundan hiçbir kaynakta bulamayacağımız ögeleri içerir. Sokaklara dökülmüş kelle isteyen isyancıların nara ve tezahüratları, tüfek sesleri ve kutlamaları da içeren davul sesleri Ä°stanbul’da birbirine karışır. Canını kurtarmak için önce Amerikan Koleji’ne sığınır, sonra da Mısır’a kaçar Halide Edib, canını kurtardığında ise şöyle der: Bu afetin baÅŸladığı günden beri ilk defa olarak memleketim için hıçkıra hıçkıra aÄŸlamaya baÅŸladım. Bugün sıkça hissedilenleri, 1909’da o da hissetmiÅŸtir: Acaba tarih, baÅŸka isim ve kılıklarla daima bir tekerrürden ibaret mi, diye düşündüm.
Karşı devrim tehlikesi atlatıldıktan sonra Halide Edib kız çocuklarının eğitimi için hem maarifte hem de evkafta görev alır. Kadınlar için Teali Nisvan Cemiyeti’ni (Kadınları Yükseltme Cemiyeti) kurar. Fakat, tüm kişisel girişimlerine ve ürettiklerine rağmen, kayıp duygusu kitapta yoğunluğunu arttırmaya başlamıştır. Balkan Savaşı günlerinde, Bulgar ordusunun İstanbul’a gireceği söylentileri çıktığında, bir yabancı ordusunun bu diyara girmesi ihtimali kalbimde öyle bir acı uyandırırdı ki, yüz üstü yatıp taşları öpmek isterdim. Evet beni bu yerden hiçbir yabancı kuvvet ve tehlike ayıramazdı. Bu toprakların mukadderatını daima paylaştık ve paylaşacağız diyerek bir çöküş anında kendi kendisine nasıl cesaret verdiğini anlatır. Birinci Dünya Savaşı’nda ise Arap diyarı olarak tabir ettiği -büyük- Suriye’ye gider, burada o kayıp hissinin yanında müphemlik, çelişki ve karmaşa da ağır basmaya başlar.
Zaten bana kalırsa, Halide Edib’in kafasındaki çelişkilerin en büyüğü milliyetçilik düşüncesinde kendisini gösterir. Kitabın birçok yerinde millet ve din farklılığına önem vermediğinin altını çizer ama Yeni Turan isimli kitabını yazarken şahsen de tanıdığı Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura’nın düşün dünyasında önemli yer tuttuğunu belirtir. Cemal Paşa’nın Suriye’de astığı Arap entelektüeller meselesinde hümanist bir tutum sergiler, fakat nihayetinde düzenin tesis edilmesi de gerekiyordur. Aynı şekilde, Suriye’de tedrisatı yeniden ele almada, okullar açmada görev alır, ki sene 1916’dır ve birkaç ay içinde bu topraklar kaybedilecektir, lakin orada canla başla çalışırken aynı zamanda Anadolu’ya Arap diyarı kadar yatırım yapılmamış olmasını da sorgular. Aslında bunlar, Halide Edib’e özgü çelişkiler de değildir, Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde yaşamış Türk kökenli entelektüellerin Halide Edib’te vücut bulmuş toplu bir yansımasıdır. Ve bir imparatorluğun kaybedilmesi ve yaşanan şiddetin bıraktığı iz, 1955’te tefrika edilirken dahi hâlâ o arafta kalma hissiyatını okuyucuya yansıtır.
Mor Salkımlı Ev’i bir epilogla bitirir Halide Edib, artık Türk’ün AteÅŸle Ä°mtihanı’nın vaktidir. 30 yıl önce yazmıştır o dönemi. Ama hâlâ modern Avrupa’nın en iyi destanlarından biri olarak niteler. Daha sonraki fikir ayrılıklarına raÄŸmen o coÅŸku ve zafer duygusu bakidir, tıpkı 40 yıl sonrasında önceki döneme dair yaÅŸadığı kayıp ve karmaÅŸa hissi gibi… Selim Ä°leri’nin son sözde imparatorluÄŸun son dönem peyzajı diye nitelediÄŸi kitabı, peyzajdan ziyade imparatorluÄŸun son döneminin kiÅŸilerde bıraktığı hissiyat olarak deÄŸerlendirmek ve ona göre okumak, ama bence muhakkak okumak gerekiyor…
Â