“Dünya yerinden oynar, kadınlar özgür olsa!”
Kadınca bir yaşam sürmenin giderek zorlaştığı günümüzde, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü için, Beğenmeyen Okumasın olarak, şiddetin katı, sıvı, gaz bütün hallerine dokunmaya karar verdik. Bu ülkede kadın olmanın gitgide bir “yafta” halini almasına, “kadın”ın siyaset malzemesi yapılma biçimlerine, bu düzenin bizi yaşamaktan ziyade hayatta kaldığımız için şanslı hissettiriyor olmasına, teğet geçtiğimiz ve geçemediğimiz şiddet içerikli durumlara dair okuduğumuz haberlerden yola çıkarak, içinde bulunduğumuz vahim tablonun bizde hissettirdiklerini dilimiz yettiğince anlatmaya çalıştık. “Kadın meselesi”ne, içinde yaşadığımız toplumda vuku bulan, trajikliği insanda “keşke kurgu olsa” hissi uyandıran olayların haberleştirildiği metinler üzerinden bir “ses” vermek istedik. “Kadın olmak bu kadar zor olmamalıydı.” diyor ve tüm karanlık tabloya rağmen kadın sesimizi duyurabilmek umuduyla, iyi okumalar diliyoruz!
Neden?
Fassbinder’in bir filminde geçer: korku ruhu yer bitirirmiş.¹ Bir insan, ruhu korkudan delik deşik olmuş bir beden ile nasıl yaşar? Yaşar Kemal de dememiş miydi, “çocuklar da insandır” diye?² Peki ya, çocuk yaşta bir kadın, aldığı her nefeste içine hava yerine korku çeken bir kadın, ciğerine tünemiş akran akbabalardan kendini nasıl kurtaracak, örselenmiş bedeninden izleri nasıl silecektir? Cevapları bulmasak da olur. Sorular bize yeter. Sormak; sorgulamayı başlattığı, lal edilmiş vicdanlara kulak verme, itinalı bir sessizlikle saklanmış gündelik ikiyüzlülüklerle yüzleşebilme vesilesi sunduğu için kıymetli ve bir o kadar da elzem. O halde, soralım: neden?
Kocaeli’nin Darıca ilçesinde, 5 lise öğrencisi aylar boyunca aynı okulda okuyan bir kız öğrenciye tecavüz ediyor. Anlaşıldığına göre, mütecaviz sayısının fazlalığı, tecavüzün tek bir seferle kalmaması ve hatta bir rutin halini alan bu şiddet eyleminin şikâyet üzerine değil, örselenmişliğin emarelerinin rehber öğretmence fark edilmesi sayesinde açığa çıkması meselenin içindeki “şantaj” faktörünü öne çıkarıyor. Mütecavizlerden biri (haberde “gençlerden biri” diye geçmiş fakat ben bu tür bir ifadenin bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde saldırganları olumladığını düşünüyor ve bu kullanımı reddediyorum), arkadaş olduğunu söylediği bu kızla birlikte olduklarını, cinsel birlikteliklerin birinde de kızın fotoğraflarını çektiğini ve fotoğrafları sosyal medyada paylaşmakla tehdit ettiğini söylüyor. Neden? Bu mütecaviz için, lise çağında bir genç kızın değeri, artık “kız mı, kadın mı belli olmadığı” için mi düşüyor? Yoksa, “becermek” fiilinin hem “başarmak” hem de “başarıyla sokmak” anlamına gelebildiği bu güzide ülkede, kendisini “erkek adam” yapan birleşme kızı onun gözünde “hafif” kategorisine soktuğu için mi? Neden şantaj? İçinde yaşadığı toplumda korkuyla sindirilmişliğin silindir gibi ezen etkisini mi hatmetmiş? Yoksa kadının “ana” olmadığı her durumda “cennetten kovulan bir mal” muamelesi görebildiğini mi duymuş bir yerlerden? Bu mütecavizler, Fassbinder’i izlememiştir. Dileyelim, “beni okuyanlar katil olmasın, insanın insanı sömürmesine karşı çıksın” diye vasiyet eden rahmetli Yaşar Kemal’i de hiç okumamış olsunlar. — Aysun
Haber linki: http://t24.com.tr/haber/
1. Adı geçen Rainer Wender Fassbinder filmi 1974 yapımı Ali: Korku Ruhu Kemirir (Ali: Fear Eats the Soul/Orijinal adı: Angst essen Seele auf).
2. Yaşar Kemal, Çocuklar İnsandır, (İstanbul: YKY, 2013).
Hamile Kadına Tazminat Yok
“Yargıtay 9. Hukuk Dairesi, hamileliği nedeniyle işten atılan ve iş güvencesi tazminatı alan kadın işçiye, işverenin bir de ayrımcılık tazminatı ödenmesine karar veren yerel mahkeme kararını bozdu.”
Son günlerde “kadın” dediğimizde aklımıza ilk olarak cinayet, aile içi şiddet ve tecavüz gibi mefhumlar gelse de, kadınların Türkiye’deki sorunları bunlarla sınırlı değil. Bir cinsin diğeri üzerinde sahip olduğu tahakkümün çerçevesi, toplumumuzda uzun yıllar kadın özgürleşmesinin çok önemli bir aracı olarak görülmüş iktisadi yaşama katılım alanını da oldukça ciddi bir biçimde kapsıyor. Yukarıda alıntılanan hamileliğe dair haber ise, bu meselenin sadece bir parçası…
Bu eşitsizlikler silsilesi daha ilk aşamalarda kendisini gösteriyor. İşe alım basamağında yaygın kanaat kadınların erkeklerden daha şanslı olduğudur. Ancak bu sadece belirli ve sınırlı iş alanları için geçerlidir. Rekabetin çok yüksek olduğu iş kollarında insanların beyninde, erkek ailenin reisi olduğu için işi kadından çok daha fazla hak etmektedir. Çünkü kadına nasıl olsa babası ya da kocası bakabilir. Erkeğin ise evine bakması gerekmektedir. O bakımdan iş erkeğe verilmelidir. İşi alacak kadar şanslıysanız, iş yerinde genelde erkeklerden daha düşük ücrete çalıştırılırsınız. “Eşit iş, eşit ücret” sadece sözde vardır. (Bunu ben değil, bu alanda çalışan uluslararası kurumlar söylüyor. Google’dan kolayca araştırılabilir). Yüksek kademeler ise genellikle erkekler tarafından parsellenmiştir. Kadınsanız, evli yerine bekâr olmanız daha makbuldür. Evliyseniz, uzun süren mesailer ya da gitmeniz gereken seyahatlerde sorun yaşayabilirsiniz. Öyle ya, çünkü mesaiye kaldığınızda evde yemek pişiremezsiniz, erkekten bağımsız seyahat ise, büyük kavgalara sebep olabilir. Habere geri dönersek, çalışan bir kadınsanız, bir başka sıkıntınız daha vardır: Her an doğurabilirsiniz. Bu ise iş vereniniz açısından tam bir kabustur. Doğum ve süt izni, performans düşüklüğü vb. sebeplerle iş yerinde çoğunlukla istenmezsiniz. Sonra büyük ihtimal haberdeki gibi hamileliğiniz sebebiyle işten çıkarılsanız dahi, hakkınızı aramakta sıkıntı yaşarsınız. Çünkü zaten hak arayacağınız merciler de erkekler ve kadını evde tutmak isteyen devlet ideolojisi tarafından kontrol edilmektedir… — Hazal
Haber linki: http://arsiv.taraf.com.tr/
Kadının Adı Bile Yok
Aslında yeni bir haber değil bu. Bundan 4 yıl önce “Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı” lağvedilerek “Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı” kuruldu. Bu haberi duyduğum ilk günden bugüne düşünüyorum ve cevapsız sorularımı soruyorum: bu iktidarın ve içinde yaşadığımız kokuşmuş toplumun kadına tahammülü bu kadar mı yok? “Kadın” kelimesi bu kadar mu korkutuyor güç sahiplerini ve onların uzantılarını? Toplumsal hayatta var olabilmek için yoğun çaba harcayan, şiddet ve tacizin sadece fiziksel olanına değil, psikolojik olanına da yaşamın her alanında maruz kalan kadının adı, görünür olan her yerden birer birer siliniyor. Bakanlığın ismindeki değişim ise bu durumun en açık ve belki en vahim örneği olarak karşımıza dikiliyor. Biliyoruz ki, silinen sadece bir kelime değildir. Silinen, yok sayılan, birey olarak kadının ta kendisidir. Bu isim değişikliği ile iktidar kadına sözüm ona haddini bildirmiş ve kadını bir birey olmaktan çıkararak, onu olması gerektiğini düşündüğü yere, yani ailenin içine yerleştirmiştir. Kadın, kendine sadece aile kurumunun içinde yer bulabilir; asli görevi kocasına iyi bir eş, çocuklarına da iyi bir anne olmaktır. Kadının hakkı da gerekirse ancak bu çerçevede değerlendirilmeye alınabilir. Zaten kadının dünyada var oluş amacı da bu değil midir onlara göre? Kadın dediğin (Ah, pardon, “kız” ya da “bayan” demeliydim değil mi?) “iyi aile kızı” olarak yetiştirilip, 20’li yaşların ilk yarısında evlenir, “kadın” olur, sonra en az üç çocuk yapar ve dünyaya geliş amacını da bu şekilde tamamlamış olur. Gezmek yok, kızlı erkekli oturmak yok, kahkaha atmak yok, flört yok, düşünmek yok, sorgulamak yok, evlenmeden cinsel ilişkiye girmek yok, kürtaj -haşa- yok. Eh, bu ortamda kadının adına tabii ki Bakanlığın tabelasında bile yer yok! — Burcu
Haber linki: http://www.kirmizibaykus.com/tag/kadin-ve-aileden-sorumlu-devlet-bakanligi-kapandi/
http://kaosgl.org/sayfa.php?id=7073
“Ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen
Ve soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen”*
Yaşadığımız coğrafyada kadın olarak doğmak; yaşamaya, var olmaya çalışmak hayata geriden başlamak ve mücadele etmek anlamına gelir. Bir savaştan kaçıp sığınmacı ya da mülteci sıfatıyla başka bir ülkeye kadın olarak gitmekse; bu mücadelenin katmerlenmiş hali demektir. Kamp dışında yaşayan Suriyeli kadın mültecilerin ülkemizdeki durumuna baktığımızda bunu çok rahat görebiliyoruz.
Özellikle sınır illerine yerleşmiş Suriyeli sığınmacı kadınlar yaşadıkları yoksulluk ve mağduriyet nedeniyle bölge erkeklerinin ilgi odağı olmuş durumda. Suriyeli kadınları çeyiz istemedikleri için kendilerine imam nikâhlı ya da “ikinci”, “üçüncü” eş olarak “almak” isteyen erkekler var. Ve bu erkeklerin bazıları 18 yaşından küçük kız çocuklarına bile göz dikmiş durumdalar. Hatta “kira karşılığı” evlilik yapmayı teklif edenler, taciz ve tecavüze yeltenenler bile var aralarında. Suriyeli sığınmacı kadınlar “öteki” oldukları bu ülkede, onlara “ikinci sınıf kadın” muamelesi yapıldığından tedirgin ve devamlı tetikteler. Bu nedenle bazıları bu evlilikleri mecburen kabul etmek zorunda kalıyorlar, aksi halde kaldıkları bölgede, “mahallenin namusunu bozduğuna” dair çıkartılan dedikodular yüzünden barınamıyorlar. Zaten bu dedikodular olmasa da iş bulmakta yaşadıkları sorunlar nedeniyle barınmak, temel ihtiyaçlarını karşılamak bile çok güç onlar için. Kendimi onların yerine koymayı denediğimde ise dehşete kapılıyorum; can ve beden güvenliğim yok, ruh sağlığım altüst olmuş… Korkunç! Bir de bu tablonun Türkiyeli kadınlar açısından yarattığı sorun var. Onlar da herhangi bir ekonomik güvenceleri olmadığından, hatta bazısı imam nikâhlı olduğu için hukuksal güvencesi bile olmayabilir (gerçi bunların olması da ne kadar işe yarar, o da tartışılır), Suriyeli kadın sığınmacıları kendileri için bir tehdit olarak algılamaktalar. Bu tabloya bakınca insanın içi kararıyor. Ne yapılması gerektiğine dair üretilmeye çalışılan geçici çözümler günü kurtarmaya bile yetmiyor. Uluslararası örgütlere ve devlete büyük iş düşüyor ancak mesele “kadın” olunca bölgedeki birkaç sivil toplum kuruluşu dışında soruna dikkat çeken olmuyor. Dolayısıyla da etkin bir politika belirleyip yol haritası çizmek imkânsızlaşıyor. “Çünkü adım kadın/ kadınım hükmüm yoktur”** –– Merve
* Nazım Hikmet, Kuvayi Milliye Destanı
** Bora Ayanoğlu, Adım Kadın
Haberlinki:http://www.radikal.com.tr/turkiye/suriyeli_kuma_ticareti_kira_veremiyorsan_kizini_ver-1172732
Sen de Anlat Kampanyası:
“Devlet, Kadınların Seninle Konuşması Lazım”
“Sen de Anlat” kampanyasıyla kadınlar anlatmaya başladılar başlarına gelenleri. Beren Saat de Instagram’da çok kapsamlı bir şekilde kendi yaşadıklarını anlattı ve diğer sanatçı ve mankenlerin de ilgisini bu şekilde çekti. Kimisi her şeyi bu kadar açık konuşmanın gereksiz olduğunu düşündü, Deniz Akkaya gibi mesela. Kimisi ise içini döktü. Nazan Öncel’in “Demir Leblebi” şarkısının da uğradığı tacize atıf yapan bir şarkı olduğunu bilmiyordum. Bu şekilde onu da öğrenmiş oldum. Maalesef onu “Erkekler de Yanar” şarkısıyla hatırlıyordum. Ne yazık ki toplum acıların üstünü örterek bizi uyutmuş, sadece erkeklerin yanlışlarına dikkatimizi çekmişti Nazan Öncel’in şarkısında olduğu gibi. Tüm bunların dışında şarkılarımızdaki kadınlar nedense erkeklere fazlasıyla ihtiyacı olan ve de onlara “gitme” dememek için binbir hale giren kadınlardır. Ya da “Beni Al Onu Alma” derler. Kadınların kendilerini fazlasıyla objeleştirdikleri bir kültüre sahibiz biz. Batıda da bunun başka halleri var, objeleştirmek sadece kadınların değil reklamların, dizilerin, insanların dayattığı bir hâl. Bu, başka coğrafyalarda da hâkim çünkü kadın kendini bir kendi gözünden bir de başkasının gözünden izlemektedir, ama erkeğin daha çok kendi gözüyle olayları görmesi yeterlidir John Berger’in de vurguladığı gibi. Nil Karaibrahimgil “Gülümse Erkekler Pozitif Kızları Sever” der mesela. Agresiflik kadına hiç yakışmaz. Ya melankoli hakimdir ya da kendimizi sürekli başkalarına beğendirme telaşı. Hiç şöyle yumruğumuzu masaya vurup “Ben de böyleyim işte!” diyemeyiz. Ayıp kaçar, garip kaçar. “Kadın dediğin kahkaha atmaz, kadın dediğin oturmasını kalkmasını bilir, kadın dediğin çok konuşmaz öyle. Sessizi makbuldur.”
Bir yanda da gerçek acılara geldi mi “sus aman kimseye söyleme” denilir. Sessizlikte ise zülumlar artar, dağ gibi olur. Şimdi ise Özgecan’ın ölümüyle bir şeyler değişmeye başladı. Artık canımıza tak etti. Kadınlar, dünyanın her yerinde tacize maruz kalıyorlar. Özgür ülkelerde de olmayan bir şey değil bu fakat Türkiye’de özellikle son zamanlarda artan olaylar yadsınamaz bir hale geldi. Devletin yargısının çöküşüyle birlikte sadece beyaz, dindar, ataerkil erkekler tarafından yönetilişimizin ceremesini daha ağır çekmeye başladık. Önceden kol kırılır yen içinde kalırdı ama şimdi artık anlatabiliyor, paylaşabiliyor insanlar dertlerini. Bunun dayanışma için muhteşem bir fırsat olduğunu düşünüyorum. Özgecan’ın tabutunu sırtlayan anneler, kadınlar gibi, biz de artık sırlarmızı hep birlikte omuzlayacağız ve acıların ağırlığını birlikte paylaşacağız. Kadınların çocukluğunu elinden alan ve içinde bir yara bırakan kötü anılar belki silinmeyecek ama ancak dayanışma içinde gelecek nesiller için daha güzel bir toplum bırakabileceğiz. Sessiz kalmanın artık bir şeyleri çözmediğini biliyoruz. İşte bu yüzden ben bu kampanyayı dayanışmanın ve paylaşmanın, daha da önemlisi konuşmanın ve susmamanın bir parçası olarak görüyorum. — Şahizer
Haber linki: http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2015/02/150212_sen_de_anlat
Kadın Şiddetinin Bir Diğer Yansıması: Medyada Görsel Şiddet
“Sırtından Bıçaklanan Kadın”
Gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinde görmeye alıştığımız türden bir şiddet. Kadın, şiddet nedeniyle evi terketmiş. Eve döndüğü gün kocası tarafından bıçaklanarak öldürülüyor. Buraya kadar fiziksel şiddet içeren olay, Habertürk’ün manşette açık fotoğraf ile paylaştığı haber, olayın kendisinden daha büyük ses getirdi. Çünkü daha ciddi ve yapısal bir probleme işaret ediyordu: Şiddetin metalaşarak bir pazarlama aracı haline gelmesi. Basın tarafından da ciddi eleştiriye maruz kalan Fatih Altaylı, kendini şiddetin vehametini gösterdiğini iddia ederek “O fotoğrafı basan, bastıran benim. Ama nedeni ben değilim. Nedeni sizlersiniz. Bana kızmakla bu işin çözüleceğini zannedenler” sözleriyle savunmuştu. Bu noktaya şöyle bir karşı argümanla cevap vermek istiyorum. “Televizyonda ve diğer mecralarda bir sürü savaşa maruz kalıyor insanoğlu, savaşmayı bıraktı mı?” Medyanın en problematik yanı da bu işte: Olaylarla aramıza mesafe koyması ve en büyük vahşeti bile normalleştirmesi. Özellikle medyada kadın şiddetinde gördüğümüz, kadın bedeninin metalaştırılarak ve kişisel hakların çiğnenerek bedeninin sergilenmesi; erkek şiddetinin merkezine olması gerektiği gibi erkeği değil kadını koyuyor bence. Medyada kullanılan dilin ve imajların şiddet olgusu üstünde olumlu bir etkisi olmasını istiyorsak, basın mensupları kadar bize de sorumluluk düşüyor. Sosyal mecralarda kendi dilimize de dikkat etmemiz gerekiyor. — Gözde
Haber linki: http://www.haberturk.com/yasam/haber/677018-bunun-adi-kadin-kiyimi
Şiddetin Görünmeyen Yüzü: Sözlü-Psikolojik Şiddet
İşte, evde, sokakta her türlü engeli, tacizi ve var olma mücadelesini aşsak bile şiddetin görünmeyen boyutu kadınların kadın olabilme hissini ve öz güvenini her fırsatta ince ince yıpratıp güçsüz bırakıyor. “Şiddet sadece fiziksel örselenme ile değil, sözel ve duygusal şiddet olarak da ciddi birer sorun olarak karşımıza çıkıyor. Yüksek sesle bağırmak, iğneleyici sözler söylemek, kendini kötü hissettiren laf ve cümleleri kullanmak sözel şiddet olarak tanımlanıyor. Sözel şiddet, her şeyden önce kadınların, öz güvenlerini yok etmeyi amaçlayan çok etkin bir saldırı yöntemi olarak kullanılıyor. Ancak ne yazık ki, kadınlarımızın çoğu sözel ve duygusal şiddete maruz kaldıklarıyla yüzleşmek bile istemiyorlar.”* Sözlü-psikolojik şiddet ile evlerde, iş yerlerinde ve hatta mecliste kadının kontrol edilip sindirilmeye çalışıldığını görüyoruz. Siyasetin dilinden düşürmediği kadınlık halleri bir yana kadına gösterilen tavır da pek çok kez sözlü şiddet ve küçümseme üzerinden oluyor. Bunun en güncel örneklerini iç güvenlik paketinin tartışmaları sırasında sıkça gördük. Havada uçan hakaretler ve şiddet meclisin gerçekten toplumumuzun bir temsili olduğunu bir kez daha kanıtlıyor. Sürekli psikolojik ve sözel şiddete maruz kalmak kadınlarda uzun yıllar süren kalıcı bir yara bırakıyor. Kadının öz güvenine saldırılması kadının bağımsız bir birey olma gücünden ve potansiyelinden mahrum bırakılması demek oluyor. Bu kadının sosyal yaşama katılımını ve psikolojik sağlığını ciddi bir biçimde etkiliyor. Kurulan dil hareketleri belirler ve bu hareketler zamanla yerleşik hale gelir. Bu nedenle bir insanı sindirmek için cinsiyeti üzerinden sözle saldırmak sanıldığından daha fazla zarar oluşturmaktadır. Şiddetle mücadeleye toplumda kadınlara karşı kullanılan aşağılayıcı ve onur kırıcı dili sonlandırmak ile başlamak gerekiyor. –Diyar
*http://www.haber7.com/kadin/haber/831217-kadinlar-psikolojik-siddet-de-goruyor
Haber linki: http://www.ensonhaber.com/mhpli-lutfu-turkkandan-bahcekapiliya-cirkin-sozler-2015-02-25.html

begokuadmin
Sınır tanımayan okurların buluşma noktası