“Eserin baki, okuyucunun fani olduğu şu dünyada zaten az olan kitap okurunun durumu bu kuru kalabalık raflar arasında seçici geçirgen olmayı gerektirir. Ancak kapitalist piyasa koşullarında metalaşmasının önüne geçilemeyen kitaplardan kıymetlilerini bulmak da bir o kadar zordur.” demiştim Bazuka hakkında yazarken. Murat Uyurkulak’ın Bazuka adlı öykü kitabı dışında Tol ve Har adlı iki de kıymetli romanın yazarı. Benim için bir masal kahramanı, kelime büyücüsü.. Ama onunla röportaj yapmaya bir türlü cesaret edemiyordum. En sonunda Furkan Okuyucu’nun da desteğiyle Murat Uyurkulak ile iletişime geçtik. Kendisi bizim telkifimizi seve seve kabul etti ve az sonra okuyacağınız keyifli röportajı gerçekleştirdik. Murat Uyurkulak’a bizi kabul ettiği için, Furkan’a da röportajdaki desteği için çok teşekkür ederiz.
Yazarların neden yazdığına dair hikayelerini dinlediğimizde -ortak nokta sayabileceğimiz belki de- çocukluklarından gelen bir şeyler, kırılma noktaları olduğunu görüyoruz. Sizi yazarlığa iten nedenlerin taaa çocukluğunuzdaki uzantılarından, aklınızda kalmış en eski anınızı bizimle paylaşır mısınız?
Annem bir tulumbadan su çekiyordu… Su soğuktu ve tadında metalik bir şey vardı… Uzaklarda köpekler havlıyordu… Burası benim altı yaşına kadar yaşadığım Aydın’daki Gölcük köyü, en eski hatıram oraya ait… sözünü ettiğiniz türde kırılmalar oldu mu, olduysa hangisinin yazmakla alakası var… bunlar benim değerlendirebildiğim meseleler değil…
Mevcut kapitalist sistemin edebiyata da sızmış olduğunu ve kitapları belli bir raf ömrüne mahkum etttiğini biliyoruz. Bu mahkumiyet pek çok esaslı yazarın gelecek nesillerce hak ettiği gibi okunmasının önünde ciddi bir sorun teşkil ediyor. Siz bu sebeplerle kitaplarınızın sonraki nesiller tafarından okunamama riski konusunda ne düşünüyorsunuz?
Bu konuda tek yargıç zaman… Zaman gösterir kalanı veya silineni… Kapitalizmin adaletsizliğine kurban giden şahane metinler ve yazarlar olacaktır… Ama ben iflah olmaz bir iyimserlikle, onların da er geç edebiyat arkeologları tarafından bulunacağına inanıyorum… İyi edebiyat kuyruklu yıldız gibi, şimdilik kaybolsa da, bir vakit göklerimizde görünecektir elbet…
Bazuka’da farklı yazarlarla ortaklaşa yazılmış öyküleriniz var. Yazmak genel olarak yalnızlıkla özdeşleştirilmiş bireysel bir eylem olarak kabul edilir. Nasıl cesaret ettiniz ortak hikaye yazmaya? Ve tek başına yazmakla kıyaslarsak kısıtlayıcı bir tarafı oldu mu sizin?
Bazuka’dakiler sipariş hikayeler, hiçbir kısıtlayıcılığı olmadı, paraları da kırıştık. Pardon, yanlış olmasın… Bir cömertlik abidesi olan Ersan Üldes parayı kabul etmedi, sanırım güzel içtik o parayla…
Roman ve öykülerinizin, karakterlerini ve hikayelerini ötekinin üzerinden anlattığınız için bir nevi bize has bir yeraltı edebiyatı yaptınız söylenebilir mi? Ve yeraltı edebiyatına bakışınız nedir?
Bu konularda ahkam kesmek benim boyumu aşar… Ben de ne yaptığımı veya yapmadığımı, yapamadığımı edebiyat ehli insanlardan okuyup öğreniyorum… Yeraltı, yerüstü edebiyatı gibi mefhumlara, hayatta öyle veya böyle karşılıkları olsa da, pek hazederek baktığımı söyleyemem lakin…
Tol mu, Har mı? Neden?
İkisi de bir vakitler içinde yaşadığım uzak diyarlar, evler gibi… Hiçbiri…
Bir röportajınızda sorulan “Sizi yazar kişiliğinizle tanıyoruz; ama röportaj sürecinden önce yaptığım araştırmalarda şiir de yazdığınızı öğreniyorum. Şu an gündemde olan ise senaristliğiniz. Peki, sizi en çok hangisi heyecanlandırıyor?” Sorusuna “beni hiçbirisi heyecanlandırmıyor” diye cevap vermişsiniz. Peki; sizi heyecanlandıran bir şey yok mu? Ya da sizi ne heyecanlandıyor?
Geniş, kalabalık, güzel bir rakı sofrası… Bahis kuponunda diğer tüm maçların tuttuğunu bilerek son maçı takip etmek… İzlemek değil ama, izlemeyi sevmiyorum, canlı skor sitelerinden takip etmek… Bir sabah çok erken kalkıp iki saat hiç durmadan yazmak ve ertesi gün okuduğumda hiç de fena bir parça olmadığını görmek… Aslında bunlar da çok heyecan vermiyor artık… Heyecan denen ve çok eskide kalan bir şeyin bir nevi efekti, çakması, uçucu esansı gibiler…
Son dönem Türkçe Edebiyatta kendine has dili olan romancılarımızdan birisiniz. Bu kendine has dili oluşturuken etkilendiğiniz yazarlar kimler?
Çok var, saymakla bitmez… Memleket sınırları içinde yapı itibariyle çok farklı şehirlerde yaşamışsınız. Bu coğrafyaların insanlarını romanlarınızda da görmek mümkün.
Size kendinizi evinizde hissettiren şehir hangisi? Ve bu şehirlerin insanlarının sizin üzerinde bıraktığı etkiyi biraz anlatabilir misiniz?
Hiçbirinde evimde hissetmedim… Şehirler genel itibarıyla çok sıkıcı yerler… İşin kötüsü kasabalar ve köyler de öyle…
Keşke ben yazmış olsaydım diyeceğiniz bir kitap var mı?
O da çok… Şükür ki iyi kitaplar, iyi filmler, iyi müzikler vs. var… Hani o sorduğunuz heyecan meselesinin kuyruğunu arada bir burada bir yerlerde yakaladığım oluyor…
Bir söyleşinizde şiiri bıraktığınızı ifade etmiştiniz. Har’da ise “Bin Elma Mor Ayva”bölümünde keyifle dörtlüklerinizi okuyoruz. Bunu şiire bir göz kırpma olarak değerlendirme şansımız var mı?
O bölüm Adorno’nun Minima Moralia’sına naçizane bir nazire, bir göz kırpma… Vaktiyle şiirle didişmiş olmanın biraz faydasını görmüş olabilirim orada…
Sait Faik, “yazmasaydım delirecektim” diyor. Sizde “öfkem olmasaydı yaz(a)mazdım” gibi bir etki var sanki, ne dersiniz? Har ve Tol büyük bir kızgınlığın dışa vurumudur diyebilir miyiz?
Öfke yazmak hususunda önemli bir itici güç oldu benim için… Şimdi öfkeden ziyade mide bulantısı duyuyorum… Yaşlanmak, acılaşmak, kaşarlanmak, katılaşmak, kayışlaşmak böyle bir şey olsa gerek… Dökülmeye başlamış dişleriyle pis pis sırıtan, kötü yürekli, nemrut suratlı ihtiyar mı benim sonum da acaba?
Dizi gibi reyting kaygısının yüksek olduğu bir piyasaya senoryo yazmanız sizden pek beklenen bir hareket değildi (hatta Kanal D gibi ana akım bir kanal için). Böyle bir işe girerken kendinizi ifade etmek açısından kaygı yaşadınız mı ve ‘derdinizi’ anlatabildiğinizi düşünüyor musunuz?
Bunların hiçbirini önemsemiyorum… Umurumda değil… Faşistlik, ırkçılık, iktidar yalakalığı, üçkağıtçılık, yavşaklık olmadığı sürece her işte çalışır insan. Daha önce garsondum, soğuk mezeciydim, çevirmendim, dış haberciydim, editördüm, şimdi senaristim… Bir fark yok benim için… Sefil geldim, sefil gideceğim… Benim gibi insanların fıtratında eşşek gibi çalışmak, it gibi yaşamak ve yapayalnız, yoksul, meşinleşmiş bir yürekle geberip gitmek vardır… O yüzden büyütülecek, abartılacak hiçbir şey yok ortada… Yazıyoz gidiyo işte…
Bundan sonra da imzanızı bir dizi senaryosunda görme ihtimalimiz var mı yoksa benden bu kadar mı dersiniz?
Galiba görülecek…
Kitapları çok sık yayınlanan, tabir-i caizse “seri üretim” yapan bir yazar değilsiniz, bir röportajınızda da yaklaşık olarak dediğiniz gibi “dert edindiğiniz” konular üzerine yazıyorsunuz. Memleketin derdi bitmez malum ama sizi yazmaktan uzaklaştıracak bir şey var mı ya da “yazmıyorum arkadaş daha fazla” dedirtip bizi sizin eserlerinizden mahrum edecek bir nokta var mı?
Bilmiyorum… Daha kalemi elden bırakmadım… İlahlar utandırmasın… Bakıcaz işte…
Bu röportajı siz yapıyor olsaydınız; size ne sorulmasını isterdiniz? (cevabıyla beraber olursa bahtiyar oluruz)
En sevdiğiniz kelimeler hangileridir? Bahtiyar, berhudar, tevatür, müntehir, ihtimal, meczup, mutedil, inziva, münzevi, mürekkep, onur, umut, barış, devrim, özgürlük, enternasyonalizm…. Bu böyle gider…
About Merve Apaydin
sadece ne aradığını bulmaya çalışan, "ruhu pijamalı" kız çocuğu.