Uzunca bir süre unutulmuş “Swastika Geceleri”nde Hitler Tanrı, kadınlar alt-insan, aşk da ölüydü.
Swastika Geceleri ile ilgili en çarpıcı şey kitabın 1937 yılında yayımlanmış olmasıydı. Neville Chamberlain, Almanya ve Hitler’e karşı hâlâ “yatıştırma” politikası izliyor ve savaşın patlak vermesi için birkaç yıl daha beklemek gerekiyordu. Fakat yazar Katharine Burdekin, Nazilerin zafere kavuşmasından ve dünyanın Alman ve Japon bölgelerine ayrılmasından 700 yıl sonrasını hayal edebiliyordu. Bu gelecekte Hitler kutsal görülüyor ve bir karakterin belirttiği gibi kadınlar da insandan ziyade “konuşan hayvanlar” olarak nitelendiriliyordu. Murray Constantine mahlasıyla yazan Burdekin, kitabında ırk ve erkek üstünlüğüne dayanan sistemin sadece kadınlar ve Alman olmayanlar için değil, neredeyse en imtiyazlı erkekler için de nasıl tehlike oluşturabileceğini ortaya koymuştu.
Kitap bu ay ‘Grolier Club’ta spekülatif kurgu alanında yapılacak serginin önemli bir ögesini oluşturacak. New York’ta bulunan ve kitap severlere ithaf olunmuş cemiyetin sergisi kapsamındaki diğer kitaplar H. G. Wells’in Doktor Moreau’nun Adası ve Mary Shelley’nin Frankenstein’i olacak. Spekülatif kurgu, özellikle de alternatif tarih, genellikle yaşandığı dönemin kaygılarını yansıtır. Ama 20. yüzyılın çoğunda unutulmuş Swastika Geceleri’nin bir başka önemi daha var. Kitap, 1930’ların otoriter liderlerinin ırkçı ideolojilerinin, cinsellik ve güç arasındaki bağlantının yeniden canlandığı 2010’ların ikinci yarısı için hiç de azımsanamayacak bir yansımaya sahip.
Swastika Geceleri, swastika şeklinde yapılmış Aziz Hitler Şapeli ile başlar. Hitler dinî bir ikona dönüşmüştür. Mavi gözleri ve uzun altın sarısı saçlarıyla yüce bir mükemmellik örneğidir. “Bir kadından doğmamış” Gökgürültüsü Tanrısı’nın kafasından yetişkin hâliyle fırlamıştır. “Yirmi Yıl Savaşı”nda galip geldikten sonra Almanlar insanları güçten daha ziyade dinle kontrol etmenin daha kolay olduğunu fark etmiştir (Tabii ki güç kavramı da her yere hâkimdir). Bu toplum katı bir sınıfsal ayrışmaya sahiptir. Sınıf piramidinin en üstünde Hitler tarafından özenle seçilmiş 3 bin kişinin soyundan gelen Şövalyeler bulunmaktadır. Şövalyelerin altında geriye kalan tüm erkek Almanlar – ki bunlara Nazi denmektedir – onların altında yabancı Hitlerciler (Hitlerians) vardır.
Tüm bu erkeklerin altında kadınlar kafeslerle kapatılmış ayrı bölgelerde yaşamaktadır. Kadınlara verilen dinî eğitim iki önemli noktaya odaklanmaktadır: Erkeklere hiçbir konuda asla karşı çıkılmamalı ve erkek bebekler yaygara koparılmadan teslim edilmelidir. Kitabın en önemli kahramanı İngiltere’den Almanya’ya hac için gitmiş Alfred dahi bir liberal olmasına ve dahası Hitler’in tanrı olup Almanların da kendisinden üstün olduğuna inanmamasına rağmen kadınların durumu ile ilgili tereddüt yaşamaz. İngiliz ve İskoçların kısa süreli isyanları bir tarafa bırakıldığında birçok insanın bu topluma uyum sağladığı görülür. Bu katı sistem içinde devlet barınma, yemek ve yaşlı bakımı sağlamaktadır. Alfred gibi adamların da hayatta kalmak için gereken temel maddelerle ilgili kaygılanmasına gerek yoktur, hatta puro gibi küçük lüksleri dahi vardır.
Fakat Alfred, toplumlarıyla ilgili gizli düşüncelere sahip Şövalye Friedrich von Hess ile tanıştığında, bu ırkçı ve erkek egemen toplumun sınıf düzeninin en tepesindekiler için bile sınırlı olduğunun farkına varır. Zira von Hess bu yaşantıda Şövalyelerin bile haklarının sınırını, örneğin onların dahi yeni bir müzik besteleyip yeni bir resim yapamadığını anlatır. Bu yapıyı oluşturan erkekler bile yapı tarafından sınırlanmaktadır…
Yazar Burdekin, 1896’da İngiltere’nin Derby şehrinde doğdu. Ailesi erkek kardeşlerinin yaptığı gibi onun Oxford’da üniversite okumasına izin vermedi. O da kürek sporuyla uğraşan bir adamla evlenip iki çocuk yaptı. Sonrasında Avustralya’ya taşınıp yazmaya başladı ve kocasını terk edip İngiltere’ye geri döndü. 1930’lar kendisinin en üretken yıllarıydı. Bu yıllarda sadece altısı yayımlanan 13 roman yazdı. Zamanda yolculuk ve toplumsal cinsiyet konularıyla ilgileniyordu. Kitabı Mağrur Adam’da zamanda yolculuk yapan çift cinsiyetli bir kişinin hikâyesini yazmıştı. Yazdığı ilk kitaplar kendi ismiyle yayımlanırken çalışmalarının giderek siyasi içerik kazanmasıyla ailesini korumak için Murray Constantine ismini kullanmaya başladı. Murray’in aslında kim olduğu 1980’lere kadar bulunamadı. Daha sonra bir edebiyat araştırmacısı olan Daphne Patai, Swastika Geceleri’nin yayıncısının peşini bırakmayarak yazarın aslında kim olduğunu keşfedecekti.
George Orwell’in kült eseri 1984, Philip K. Dick’in Yüksek Şatodaki Adam ve Margaret Atwood’un Damızlık Kızın Öyküsü isimli romanı, Swastika Geceleri’nden sonra yazılan eserlerdi. Burdekin’in tahayyül ettiği gelecekte de kadınlar Atwood’un Offred’ine benzer bir şekilde o kadar hırpalanmıştı ki isyan bile edemiyorlardı. Fakat direnişleri biyolojik bir hâl almıştı. Artık kız bebek dünyaya getirmiyorlardı ki bu da Alman ırkını sona erme tehdidi ile karşı karşıya bırakıyordu.
Burdekin’in gücü, ideolojinin kuvvetli cazibesini ve bunun sebep olabileceği derin tehditleri ortaya koyma şeklinde yatıyordu. Ancak 700 yıl sonra Alman halkı bir şekilde kendilerini avutan rejimi sorgulama gücünü kendilerinde bulmuştu. Ve erkekler- sadece Şövalyeler ve Naziler değil, Hitlerciler ve hatta zulme uğramış Hristiyanlar- kadınların haklarından mahrum edildiğini kabul etmişti. Çünkü hepsi kadınların erkeklerin arzularının bir yansıması olduğuna inanmıştı. Kadınlar bile kendi akıbetlerinde rol oynamıştı: Eğer kendilerinden isteneni neşeli bir biçimde yaparlarsa erkeklerin bir şekilde onları seveceğini düşünmüşlerdi. Fakat aslında sevgi imkânsız hale gelmişti. Bu da Burdekin’in en önemli vurgusuydu.
Totaliter bir toplumda yaşamak hiyerarşinin alt kademedekileri tarafından bile o kadar kötü bir şey olarak görülmeyebilir. Ancak nihayetinde sadece bir gruba verilen güç herkes için bazı yaşam olasılıklarını küçültür.
Yazının orijinali Atlas Obscura‘dan okunabilir: https://www.atlasobscura.com/articles/book-that-imagined-nazi-future-wwii-hitler-gender-swastika-night