İnsan belleği biraz ilginç değil mi sevgili okur? Üzücü olaylar bile bazen üzerinden çokça zaman geçince insanın kulağına ahenkli tınılarla gelebilir, kalbinde bir nostalji duygusu yaratabilir… “Epope Tatavla sende nasıl bir hissiyat oluşturdu?” diye sorsanız, işte böyle bir cevap veririm: Bir tarafta görmezden gelemediğiniz ve tam da orada duran dramatik ve hatta travmatik durumlar/olaylar silsilesinin yarattığı burukluk, diğer tarafta ise belki de sırf bugünden baktığınız için semtlere, sokaklara, mekânlara, insanlara, ezcümle İstanbul’a karşı hissettiğiniz o nostalji duygusu…
Ekin Can Göksoy tarafından yazılan romanın ana karakteri Mahir, Avrupa’da tahsil görmüş eroin bağımlısı bir kimyager, aynı zamanda hiç şiiri olmayan bir şair olarak karşımıza çıkıyor… Epope Tatavla çoğunlukla onun ve Kurtuluş semtinin bir hikâyesi, ama içinde Beyoğlu’nu, Aşiyan’ı, Karaköy’ü, Büyükada’yı da barındırıyor. Kitap sizi 1933 yılı Türkiyesinin siyasi ortamına götürdüğü gibi dönemin eğlence mekânlarına da sokuyor. Sadece bununla da kalmıyor; zamanın ünlü tarihçileri, edebiyatçıları, tiyatrocuları, bestekârları ile de tanıştırıyor. Dikkatli olun, hiç ummadığınız bir anda tanıdık bir yüz, yine tanıdık bir sokaktan çıkabiliyor.
Aşağıda okuyacağınız röportajda, Göksoy ile Epope Tatavla‘yı, Beyoğlu’nu, yazarlığı ve daha birçok şeyi konuştuk… Keyifli okumalar!

Önce Münhal şimdi de Epope Tatavla… Yazarlık serüveniniz nasıl başladı? Sizi yazarlığa yönlendiren koşullar neydi?
Bu soruya cevap vermek biraz güç. Yazmaya başlamam çok eskiye dayanıyor, kendi kendime kurduğum oyun dünyalarını yazmayı öğrenmemle birlikte kâğıda geçirme isteğime kadar gidiyor yani. Ama bir kurgu eseri, bilinçli bir şekilde oluşturmaya başlamam oldukça yeni diyebilirim. Yazmayı hiç bırakmadım ama tamamlanmamış kısa film senaryoları ve öykülerle dolu bir bilgisayarım vardı. Üniversiteyi bitirip İstanbul’a geldikten sonra yavaş yavaş hikâyeler beni bulmaya başladı ve bir şekilde bir şey beni daha da oturaklı bir edebi çalışmanın içine itti. Büyük şehire gelmiş taşralı etkisi de olabilir bu, bir şekilde kendini ifade edebilecek araçlardan yoksun bırakılmış mühendislik öğrencisinin kendini kurtarması da. Bilemiyorum.
Kitabınızın ismi Epope Tatavla olsa da, aslında okuyucuyu 1930’ların Tatavla’sı dışında birçok semte götürüyorsunuz. Kitap boyunca Tünel’e, Nişantaşı’na, Karaköy’e, Aşiyan’a ve daha birçok başka yere seyahat ediyoruz. Şahsi fikrim, bu semtleri, bu semtlerin içindeki sokakları, dükkânları, apartmanları, restoranları 1930’lardaki hali ile resmetmede oldukça başarılısınız. Bunun için nasıl bir tarihsel çalışma yaptınız? Örneğin neler okudunuz 1930’lardaki İstanbul ile ilgili?
Ben bu kitaba şaka yollu da olsa master tezim diyorum. Çünkü master tezim için çalıştığımdan daha çok çalıştım. Gazete, mecmua ve görsel arşiv taraması yaptım; o zamana dair günceler, o zaman yazılmış edebi eserler, yine o dönemi kapsayan tarih araştırmalarını okudum. Bir yerden sonra o kadar çok şey birikti ki artık hiçbir şeyi kaçırmamalıyım diye arşivciliğin içinde boğulmak üzereydim. Ancak, işi akademik bir çalışmaya döndürmeden romanı kurgulamayı başardığımı düşünüyorum.
1933 Türkiyesinde geçen, renkli gece hayatlarının, gazinoların, flapper’lerin, edebiyat ve müzik sosyetesinin büyülü romanı diye yazıyor kitabın arka kapağı. Yani biraz önce sözünü ettiğim semtlere giderken, aynı zamanda birçok bilinen isme de rastlıyor okuyucu. Peyami Safa, Reşat Ekrem Koçu, Necip Fazıl, Afife Jale ve dahası… Romandaki isimleri neye göre seçtiniz? Örneğin, Necip Fazıl’ı ya da Peyami Safa’yı seçmenizin özel bir sebebi var mıydı? Bana pek gelişigüzel tercihlermiş gibi gelmedi…
Gelişi güzel tercihler değiller elbet. Aslında, o dönemin etkili isimleri – politikada, edebiyatta yahut sanatta – bir yandan da gece hayatını var eden isimler. Gece hayatı derken, çok daha Batılı anlamda bir gece hayatı, Maxim’in ya da Pera Palas / Orient Bar’ın temsil ettiği anlamda… Bu yüzden aslında o gece hayatının içindeki tanıdık simaların bugünden bakıldığında enteresan bir tabloya tekabül ettiğini düşünüyorum. Necip Fazıl’ın bugün işaret ettiği nokta ile, bir zamanların Necip Fazıl’ı arasında çok fark var, yahut aynı şey Peyami Safa için de geçerli. Benim amacım insanları karalamak ya da onlara kurgusal – tarih dışı işlevler atfetmek değildi. Bilakis, Necip Fazıl ya da Peyami Safa gibi karakterler hakkında yazarken oldukça titiz olmaya çalıştım. Kendi yazdıklarından ve kendileri hakkında – sıklıkla arkadaşları tarafından – yazılan yazılardan gerçekçi bir 1933 Necip Fazıl’ı ve bir 1933 Peyami Safa’sı yaratmaya çalıştım.
2010’lar Türkiyesinde yaşayan insanlar olarak 1930’lardaki İstanbul’a ve kahramanımız Mahir’in hayatına baktığımızda belirli bir şehir hayatı, entelektüel üretim ve eğlence pratiği görüyoruz. Hadi biraz beyin fırtınası yapalım… Bundan 80 sene sonra Türkiye’de yaşayan bir yazar, 2010’lu yıllara bu temalar üzerinden bakıp bir kitap yazmak istese ne görür sizce?
1933 değişik bir yıl. Bunu seçmemin sebebini açıklamak isterim. 1933 Cumhuriyet’in 10. yılı. Darülfünun, Darülbedayi kapatılıp “modern” kurumlar olarak, üniversite ve şehir tiyatrosu olarak yeniden yapılandırılıyor. Uyuşturucu fabrikaları o yıl kapanıyor. Naziler iktidarlarını pekiştiriyorlar, Türkiye’ye Musevi profesörler geliyor ve 20’lerin Beyaz Ruslar ve Avrupalılardan etkilenen caz – gece hayatı da denebilir – sahnesi kendini belli bir dekadansa çeviriyor, çünkü devamını Türkler getirmeye çalışıyor. Aynı repertuarlarla Amerikan cazbantlarını taklit eden Türk cazbantları ortaya çıkıyor örneğin…
2010’ların da çok farklı bir dekadansa tekabül ettiğini görüyorum. 2010 yılında İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti olması ve ondan 6 yıl sonraki İstanbul’u düşünün. 33’ün canlı Taksim’i yerini insanların pas geçtiği bir alana bıraktı. Beyoğlu her zaman kentsel dönüşümün odağıydı, en azından 1864’ten bu yana; 1453’e hatta Bizans dönemine kadar geri çekebiliriz bunu istersek. Her zaman şehrin bir şeyler kaybettiğinden yakınanlar vardı, örneğin 20. yüzyılın başında Celal Esad Arseven’in yazdıklarına bakabiliriz. Ancak şu an var olan şey Beyoğlu’nun insanları kaybetmesi. İnsansızlaştırılması, turistlerin, şehir-kullanıcılarının amaçları doğrultusunda şekillenmesi. Amerikan western kasabası haline gelmesi, güzel façade’lar, içi boş dükkanlar, kuru kalabalık; güzel façade’lar kalırsa tabii… 80 yıl sonra bir yazar buna bakarak ne der bilemiyorum elbette, ama hadi spekülasyon yapalım, muhtemelen diyeceği şu olur: Beyoğlu hakkındaki dekadans söylemi hiçbir zaman bu dönemki kadar gerçekçi olmamıştı.

Her romanın okuyucuya vermek istediği bir ya da birkaç mesaj olur genellikle… Epope Tatavla’nın böyle bir kaygısı var mı? Varsa bunlar nelerdir?
Mesaj vermek niyeti her daim içinde bir didaktizmi barındırdığı için hoşuma giden bir şey değil. Yahut böyle geçmişi anlatan bir romanda nostaljiye bulanmış çirkin bir şeyle karşı karşıya kalma ihtimaliniz de var. Ben nostalji ve didaktizmden kaçınmaya çalışıyorum. Tamamıyla yapabiliyor muyum? Hayır. Ancak değer yargılarından kaçınmak çok zor. Belki de gerekli değil. O yüzden “mesaj” dediğimiz şey benim değer yargılarım ile yazdığım şeyde mevcut olabilir çok çok. Bunun dışında amacım, bir reconstruction. Yani, edebiyatı zaman makinesi olarak görmek çok hoşuma gidiyor. 80 yıl önce Beyoğlu nasıldı? Ya fotoğraflara bakarım, ya anıları günlükleri okurum. Ama bu bana bütünlüklü bir resim vermez. Ben de kendime bir zaman yolculuğu imkânı tanımak için bütünlüklü bir resim çizmeye çalıştım, o dönemi mümkün olduğunca yeniden kurmak, bir set gibi ama mümkün olduğunca gerçekçi. O dünyayı kurup, o dünyadaki insanların meselelerine yer verdiğim zaman bir şey anlatmış, bir şey göstermiş olduğumu düşünüyorum. Burada bir mesaj “amacı” var mı derseniz, yok derim. Ama herkes okuduğu bir şeylerden çıkarımlar yapmakta özgürdür.
Türk ve Dünya edebiyatında en sevdiğiniz yazarlar kimler? Kitapla alakası sebebiyle ek olarak şunu da sorayım; erken Cumhuriyet dönemi yazarlarından özellikle sevdiğiniz ve anmak istediğiniz kimler var?
Şu sıralar Umberto Eco’yu okumaya geri döndüm. Bunun yanı sıra, Borges ve Borges’in Babil Kitaplığı dizisinden kitapları okuyorum. Biraz da şu sıralarda çalıştığım mevzularla ilgili olarak. Ama genel anlamda birkaç isim vermem gerekirse: Milan Kundera, Hemingway, Marquez, Dostoyevski, Celine, Oğuz Atay, Tanpınar, Bilge Karasu, Ferit Edgü gibi yazarlar ilk aklıma gelenler. Erken Cumhuriyet dönemi yazarlarını ciddi bir eleştirel gözle okumak gerekiyor; hem genel anlamda hem de romanın yazılış sürecinde birçok eser okudum. Aklıma nedense Yakup Kadri’nin Ankara romanı geliyor. En iyi romanlarından biri olmadığı çok açık ama anlattığı dönemde Ankara’yı anlatan başka bir eser yok. O romanda Yakup Kadri mecburen biraz sosyolog, biraz tarihçi olmuş. Belki de bu yüzden güzel…
“Gece çalışırım” “muhakkak kâğıda yazarım” gibi belirli bir yazma ritüelleriniz var mı?
Genelde gece çalışıyorum sanırım, ama öyle denk geliyor. Gündüzleri çalışamam diye bir kuralım yok. Bu bir yazma ritüeli midir bilmiyorum ama ben çok uzun zamandır yazdığım her şeyi bilgisayarda yazıyorum. Dolmakalem, kâğıt, daktilo vb. nostaljiler bana pek hitap etmiyor. En hızlı ve en pratik olanı bilgisayar benim için, ben de onu kullanıyorum.
Gelecek için projeleriniz neler?
Şu an henüz araştırma aşamasının bile başındayım ama bir roman projem var. Yine bir dönem romanı olacak, bu yüzden de uzun bir araştırma aşaması gerektirecek gibi görünüyor.