“Ne içindeyim zamanın / Ne de büsbütün dışında”
Biyografi Stefan Zweig’in eserleri ile keşfettiğim, edebi hazdan ziyade bilgi seviyesinin artmasına fayda sağlayan bir türdü bana göre. Önceki cümlede geçmiş zaman kullandım çünkü bu yazımda yorumlayacağım kitap bu düşüncemi değiştirdi.

Kitaba geçmeden önce, biraz yazardan bahsetmekte fayda var sanırım. Yazar Sefa Kaplan Tanpınar kürsüsünde asistanlık yapmış bir öğretim görevlisi ve bu anlamda yazar, sadece bir araştırmacı gözüyle biyografi yazan bir kişi değil… Yazarla edebiyat üzerinden de olsa yakın bir bağlantısı olan birisinin kaleminden okuyoruz Tanpınar’ın hayatını.
Kitap, 6+1 bölümden oluşuyor. +1 diyorum çünkü bu bölüme özel bir isim verilmemiş. Birinci bölüm “Paris Tesadüfleri”nde adından anlaşılacağı üzere, Yahya Kemal’den dinlediği Paris, bu şehre ancak 52 yaşında giden Tanpınar’ın duyguları ve yaşadıkları üzerine olan bir bölüm. Bu bölümde garp ve şark arasındaki sıkışmışlığın, Tanpınar’ın yaşadığı dönemde toplumda yaşanan “devam fikri”nin kopmuş olmasının yansıması var. Yeni bir medeniyet, yeni bir dönem ve aslında parçalanmış zaman, sürekli geç kalmışlık fikri ile boğuşan Tanpınar’ın ruhunda da yansımasını bulmuş. Sanki bir Tanpınar romanıymışcasına aklından geçenler ve duyguların da yer aldığı edebi bir kısım bu bölüm.
İkinci kısım olan “Aşiyan’dan Mektuplar”da Tanpınar’ın ağzından sinema, resim , musiki, edebiyat, kadın, ölüm, din gibi farklı konular hakkında yazılmış, bu kavramların üzerinden akıl yürütmenin yapıldığı aslında bulunmayan mektuplardan oluşuyor. Bu kısımda da “iki alem” arasında sıkışmışlık, Tanpınar’ın ağzından şu satırlarla ifade edilmiş: “…biz muasırı olduğumuz diğer medeniyetlerden ayıran ve bu niteliğiyle bize bambaşka bir hususiyet veren hakiki bir trajedinin içinde büyüdük. Bu trajedinin kaynağı, birbirinden tamamıyla farklı iki büyük alemin ruhumuzda ve zihnimizde yaptığı mücadeleydi.”
Üçüncü bölüm “Medeniyetin Tuhaf Tezahürleri” ile Tanpınar’ın İstanbul tutkusuna, hayatındaki en önemli dönüm noktalarından biri olan Yahya Kemal ile ilişkisine, öğretmenlik için gittiği Erzurum, Konya ve Ankara’ya dair bilgiler ediniyoruz. Bu şehirlerde yaşadığı dönemlerde yüzüne batıya dönen Tanpınar, Avrupa müziği ve edebiyatını daha derinden anlama noktasına geliyor ve bu etkilerin sonunca divan edebiyatını tamamen inkar edecek bir çizgide batıcı olduğunu şu satırlarla ifade ediyor: “1932’ye kadar çok cezri bir Garpçı idim. Şark’ı tamamıyla reddediyordum. 1932’den sonra kendime göre tefsir ettiğim bir Şark’ta yaşadım.”
Dördüncü Bölüm “Kadın Terbiyesi Zarureti”nde; kadın ve estetiğe olan bakışı, annesini erken kaybetmenin ruhunda yarattığı etki üzerine satırlar okuyoruz. Tanpınar Nesteren’e “İstanbul ya hiç sevilmez yahut çok sevilmiş bir kadın gibi sevilir; yani her haline, her hususiyetine ayrı bir dikkatle çıldırarak” derken bütün hislerine rağmen korkup her konuda olduğu gibi bu konuda da adım atmakta tereddüt ediyor.
Beşinci bölüm “Aşiyan’a Mektuplar,” Sefa Kaplan’ın ağzından -Mehmet Kaplan’la kimi zaman yer değiştirerek- Tanpınar’a yazılan mektuplardan oluşuyor. Burada daha önceki bölümlerde neredeyse hiç bahsedilmemiş Ahmet Hamdi eserlerine giriş ve bu eserlerin kendi arasında ve hayatla kurulmuş bağlarına dair detaylar var.
Altıncı bölüm ise ilk bölüme atıfla “Bu Paris bitti, yenisini getirin!” İlk Paris ziyaretinin üstünden yedi yıl geçmiş ve hayatının mihenk taşlarından Yahya Kemal’i kaybetmiş bir Tanpınar var bu mısralarda. Sanılanan aksine üzüntü yerine belki de rahatlama hakim bu kısımdaki duygulara diyebiliriz. Yahya Kemal’den Sartre’a uzanan farklı dönemler arasında gidip gelen, yazarları değerlendiren Tanpınar’ın olgunluk dönemini görüyoruz.
“Ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışındayım” mısraları ile başlayan kısım ise bir son söz niteliğinde. Hayat muhasebesi ve edebiyatı çok ciddiye aldığını düşünmeye varacak bir öz eleştiri kısmı. “Hakikaten bir gün kendimizle sulh yapabilecek miyiz?” sorusunun sürekli sorulduğu bir ömür ve onun değerlendirilmesi.
Kitabın en sevdiğim yanı özellikle Tanpınar’ın hayatına dair ansiklopedik bilgileri geri planda tutarak, yaşadıklarının esasen onun için önemli olan ruh aleminde yarattığı etkiye dair de bir şeyler söylüyor olması. Tabi burada Sefa Kaplan’ın Tanpınar’la olan bağlantısının avantajını biz okurlar da yaşıyoruz. O kadar ki kimi cümlelerde sanki yazılar Kaplan’ın elinden değil de Tanpınar’ın kaleminden çıkmış gibi algılanıyor ki kitap içerisinden Tanpınar’ın eserlerinden alınmış birebir cümleler de var aslında. Bu cümleler de kitaba dair sevdiğim bir diğer özellik.
Takıldığım nokta ise bölümler arası geçiş. Biraz kopuk kalmış geçişler yüzünden bütünlüğü yakalamakta zorlandım. Gerçek mi hayal mi gibi sorular geldi sık sık aklıma. Tabi bu zorlanmada benim de payım var. Kitap klasik bir biyografiden daha farklı olduğundan ve ansiklopedik bir bilgilendirme amacı gütmediğinden, okuyucudan daha fazla şey bekliyor. Dürüst olmak gerekirse Tanpınar’ı çok sevmeme rağmen, bütün eserlerini okumadım ve kitapta yapılan göndermelere bazı noktalarda uzak kaldım. Bu durum beni biraz da kamçılamadı değil. En kısa sürede Tanpınar külliyatını baştan okumak gibi bir hedef koydum kendime. Bakalım ne zaman gerçekleştirebileceğim?
Edebi bir zevk veren bu biyografik kitabı, öncelikle bütün Ahmet Hamdi hayranlarına sonrasında da edebiyat severlerin hepsine okumaları için tavsiye ediyorum. Türk edebiyatının en büyük yazarlarından birine dair, üstelik de dönem değerlendirmesi içeren bu biyografiyi okumasanız bile bir Tanpınar kitabı okumuş olsun dilerim herkes. Tanpınar’ın en önemli eserlerinden biri olan Huzur’da ifade etttiği “Türkiye’de nesillerin beraberce okuyabileceği beş kitapta ittifak edememesi bir başka büyük trajedidir” ve bu trajediyi bu listeye bir Tanpınar eseri koyarak çözebiliriz diye düşünüyorum.
Twitter •