Bir zamanlar “felsefe yapma” diye bir ÅŸarkı vardı. 90’ların ünlü ÅŸarkısıydı bu. Hepimiz bilirdik. “Düşün düşün boktur iÅŸin,” derler bir de her zaman, belki de o yüzden sevmeyiz pek düşünmeyi. Felsefe yapmak oldum olası delilere mahsus ve hatta kurcalamayı seven, insanları mutsuzluÄŸa götüren bir bilim gibi algılanmaktadır. Yalnız Türkiye’de deÄŸil dünyanın birçok yerinde felsefecilerin aslında iÅŸ bulmakta zorlanması boÅŸuna deÄŸildir. Uzun uzun düşünmek ve bir amaca yönelmeden belki de yıllarca bir soruyu cevaplamaya çalışan felsefeciler için hayat zorlu ve uzun bir yokuÅŸtur.
Nigel Warburton’dan Felsefenin Kısa Tarihi isimli kitap benim açımdan şu şekilde faydalı oldu, hem siyaset felsefesi hem de din felsefesi üzerine kafa patlatmış tüm antik, modern, post-modern ve güncel olup adını bilmediğim felsefecilerin temel argümanlarını bir kitapta görmüş oldum.
Bu kitapta toplam 40 filozoftan bahsediliyor fakat her bölümün içinde onların fikirleriyle çatışan ve uyuşan filozoflar vurgulanıyor. Bu da yazarın, ki kendisi ünlü bir akademisyen, her türlü düşünceyi sentezlenmiş ve herkesin anlayabileceği bir dilde yazarak olabildiğince düşünür ve yazarı bir kitaba sığdırma çabalarının sonuç verdiğini gösteriyor.
Tabii şöyle bir sorun oluÅŸuyor kitapta: İçerik açısından tutarlılığın bir kenara bırakılması. Mesela Tanrı’nın var olup olmadığıyla ilgili sorular yerini dünya adaletinin nasıl saÄŸlanacağı üzerine sorulara bırakıyor. Sonra geliyor mutlulukla ilgili, bilimle, dille ve gerçeklikle ilgili düşünceler. Kötülük ve iyilik, adalet, eÅŸitsizlik, hayata dair gün boyunca kendimize deÄŸiÅŸik formlarda sormaktan kaçındığımız soruların tümü…

Sokrates ve Platon iyi yönetim nasıl olur, kimler iyi yönetir sorularını sorarken Aristotales mutluluÄŸun doÄŸru bir karakterle elde edileceÄŸini savunur. Pyrrhon hiçbir ÅŸeyden emin olamayacağımıza ve dolayısıyla duyularımıza güvenmemiz gerektiÄŸine inanır. O yüzden de onu uçurumun kenarından arkadaÅŸları kurtarır, çünkü bilemeyiz ki yerle bir olabileceÄŸimizi eÄŸer atlarsak uçurumdan, der. Epikuros ise hazdan, yaÅŸamdan kam almaktan bahseder ve der ki ‘ben varsam ölüm yok, ölüm varsa ben yokum.’ Stoacılardan Epiktetus mutluluk bize baÄŸlıdır, der. ‘DeÄŸiÅŸtiremeyeceÄŸiniz ÅŸeyler için üzülmeyin.’ Çiçero yaÅŸlılıkla ilgili bilgece sözler ederken günün ‘botokslarından ve liposuction’larından bihaber,  Seneca ‘hayat kısa, sanat uzun’ der. Augustinus ise Tanrı’nın kötülüklere neden dur diyemediÄŸini sorgular: ‘Tanrı kötülüğü durduramıyorsa, o zaman gerçek anlamda mutla bir güce sahip olamazdı. Yapabilecekleri sınırlıydı. Öte yandan mutlak gücü olduÄŸu halde, kötülüğü önlemeye istekli olmayan bir tanrı nasıl mutlak iyi olabilirdi?’ (pp. 57-66) diye sorar.

Machiavelli gerçekçiliÄŸin dibine vurup bir yöneticinin bir aslan kadar cesur ve bir tilki kadar kurnaz olması gerektiÄŸine dair örnekler verirken, Hobbes ‘kimseye güvenemezsiniz ama bir yöneticiye sizi her türlü tehlikeden koruması için haklarınızı verebilirsiniz, bazı haklarınızdan vazgeçerken o da sizin güven içinde yaÅŸamanızı saÄŸlar.’ der. Hobbes bize ister istemez 1984‘ü hatırlatır. Boethius da biraz algısal psikolojinin temelini atmak istermiÅŸ gibi mutluluÄŸun dünyayla deÄŸil bizim nasıl düşündüğümüzle alakalı olduÄŸunu iddia eder. Tabii insan isterse bu düşünceye şöyle karşılık verebilir: Savaşın olmadığını düşünmek çocukların ölmesine engel olamaz. Descartes ‘kartezyen şüphecilik’ kavramıyla bilimsel düşünmeyi geliÅŸtirecek felsefi düşünme biçimleriyle bize der ki ‘en küçük bir doÄŸru olmama ihtimali taşıyan hiçbir ÅŸeyi doÄŸru kabul etmeyin.’ Gel gelelim Pascal Tanrı konusunda uyanık çıkar ve ‘bahsi kaybettiÄŸinizde kaybınız çok büyük olacağından Tanrının varlığını kabul etseniz iyi edersiniz’. Kendinizi boÅŸ yere riske atmayın, deyiverir Pascal.
Spinoza ise çok güzel ve basit bir biçimde açıklar Tanrı ile insanlar arasındaki ilişkiyi. ‘Tanrı gayrişahsidir, herhangi bir şeyi veya kimseyi umursamaz. Tanrı’yı dilerseniz seviniz ama onun sizi sevmesini beklemeyiniz’ (p. 123) Beklentilerinizi düşürün ki hayal kırıklığına uğramayın, der gibi, insanı kendisiyle baş başa bırakır.
John Locke ise hafızaya yeni bir bakış açısı getirir. Hatırlayamadığımız biz, artık biz deÄŸilizdir, der. Sahip olduÄŸunuz ve hatırladığınız anılar sizin kim olduÄŸunuzu belirler, diyerek, ‘ya unutmak istersek, ya bilinçaltı varsa?’ gibi soruları cevapsız bırakır. Berkeley ise fikirlerini şöyle özetler: ‘var olmak algılanmaktır’. Birileri tarafından algılanmayan nesne yoktur, ona göre. Berkeley’in fikri ÅŸudur: Tanrı her ÅŸeyi sürekli algılar ve bu da o varlıkların devamlı var olmalarını saÄŸlar (p.139).
Voltaire ve Gottfried Leibniz mümkün dünyalardan en iyisinin gerçekleÅŸtiÄŸine ve kadere dair yorumlar yaparlar. Bu filozoflarla birlikte tekrar tanrının kadere neden müdahalede bulunmadığına dair sorular yeniden karşımıza çıkıyor. Gel gelelim David Hume ile bilime dair ilerleme kaydediyoruz: Mucizelere inananları sorguluyor, Hume. Hume’e göre her ÅŸey mantıkla açıklanabilir. Dini inançları olanların körü körüne inandıkları ÅŸeylere Hume inanmaz ve ölüm döşeÄŸinde dine dönmeyeceÄŸini açıkladığı dostu ona bu konuda endiÅŸeli olup olmadığını sorar. O da der ki: ‘Ölümden sonra bir hayatım yok ki, neden endiÅŸeleneyim?’

Rousseau ise eÅŸitlikten ve güzellikten bahsediyor ve Fransız Devrimi’ni körüklüyor. Toplum SözleÅŸmesi baÅŸlıklı kitabının başında ‘insan özgür doÄŸar oysa her yerde zincire vurulmuÅŸtur’ diye yazar (p. 161) Rousseau’nun genel irade kavramı çok tartışılmıştır[1]. Immanuel Kant her gün aynı saatte yürüyüşünü yapıyor, yaÅŸamak bir aÄŸaç gibi tek ve hür bir orman gibi kardeşçesine kimsenin dalı kimseye gölge etmeden güneÅŸe doÄŸru uzanmalı tüm aÄŸaçlar, diye bir metafor ile bana Nâzım’ı hatırlatıyor. Bentham ise önemli olan herkesin mutluluÄŸu ve bu mutluluÄŸa bitkiler ve hayvanlar da dahil, demekten kendini alamıyor. Günümüzdeki vejeteryanlar eminim ki Bentham’ı çok severlerdi. En fazla sayıda canlının mutluluÄŸu dediÄŸi için bir yandan da insanı ‘çoÄŸunluÄŸun azınlığa karşı her türlü hakkı bu mutlulukla meÅŸrulaÅŸtırılabilir mi?’ sorusunu incelemeye teÅŸvik ediyor. Hegel anlaşılmaz yazıyor ama tüm Almanya’yı ve tüm Rusya’yı deÄŸiÅŸtiren ve dönüştüren düşünürlere öncülük ediyor. ‘Hegel düşüncede ilerlemeyi saÄŸladığımız yollardan birinin, bir düşünce ile karşıtı arasındaki çatışma olduÄŸunu düşünüyordu. Hegel diyalektik yöntemini takip ederek hakikate ulaÅŸabileceÄŸimizi söyler.’ (pp. 196). (Kitapta bazen zamanların uyuÅŸmaması gibi bir yazım tarzı söz konusu, mesela geçmiÅŸ zaman ve geniÅŸ zaman bazen art arda gelebiliyor, fakat bu okumayı zorlaÅŸtırmaktan çok çeviriye dair şüpheler uyandırıyor. Kitabın orjinalini okumadığımdan nasıl yazıldığına dair yorum yapamıyorum.)
Schopenhauer seviliyor sevilmiyor, karamsar kalıyor diğer düşünürler arasında ama aslında müziğin insanı dönüştüren doğasına atıf yaparak, bir klasik müzik eserini dinleyerek gerçekliği bir an da olsa görebileceğimizi iddia ediyor. Warburton’a göre (p.205) ‘Fikirleri Lev Tolstoy, Marcel Proust, Thomas Mann ve Thomas Hardy gibi roman yazarlarını da cezbetmiştir.’ John Stuart Mill kadınların da erkeklerle eşit evlilikler yapabilmesi ve bir hayat arkadaşı olarak görülmesi gerektiğini savunuyor (Kadınların Boyun Eğmesi, 1869). Liberalizmi ateşliyor. Çoğunluğun tiranlığından bahsederek günümüze ışık tutuyor. Ayrıca diyor ki ‘Memnun bir aptal olmaktansa memnuniyetsiz bir Sokrates olmak yeğdir.’ (p. 211)

Darwin dünyayı deÄŸiÅŸtiriyor, hem de sınıfta baÅŸarısız bir öğrenci olmasına raÄŸmen. ‘Evrim akılsız bir süreçtir. Arkasında bilinç ya da Tanrı yoktur ya da en azından arkasında bunun gibi bir ÅŸeyin olmasına ihtiyacı yoktur. KiÅŸisel deÄŸildir, otomatik olarak çalışmaya devam eden bir makinedir’ (p. 225) diyor. Kierkegaard’ın Tanrı ile karanlık bir iliÅŸkisi var. Biraz karamsar ve biraz dindar. Ama yine de dindarlığı düşüncelerini geliÅŸtirmesine engel olamıyor. Marx elbette işçi sınıfına ‘zincirlerinizi kırın!’ demekten kendini alamıyor, bu hem Mill’in hem de Rousseau’nun düşüncelerini çaÄŸrıştırıyor. Rousseau da zincirlerle doÄŸmayıp sonra hayatın her aÅŸamasında zincire vuruluÅŸumuzdan bahsetmiÅŸti.
William James ise hakikati ‘iÅŸimize yarayan neyse o hakikattir’, diyerek biraz indirgemiÅŸ ve biraz da pragmatikleÅŸtirmiÅŸtir.
Nietzsche Torino’da bir balkonda kırbaçlanarak ölen bir atı görünce delirip, aşağı inerek ata sarılıp ağlamaya başlar. Kitap bundan bahsetmez fakat Nietszche’nin duyguların ve irrasyonel güçlerin insan doğasını şekillendirmede oynadığı role verdiği önemden bahseder, ki bu düşüncelerin de Freud’u etkilediği söyleniyor (p. 259). Freud’a göre ise gerçekte kim olduğumuzu ve ne yapmak istediğimizi saklarız, bunlar bilinçaltımızda birikir ve biz rüyalarımızı anlatarak gizli arzularımızı açığa çıkarırız. Hiçbir şey tesadüf değildir, dil sürçmeleri bile, der Freud.
Bertrand Russell mantık ve matematik arasındaki iliÅŸkiye dikkat çeker. Jules Ayer mantıksal pozitivizme büyük katkıda bulunur. İki soru sorar: ‘Bir ÅŸey tanımı gereÄŸi doÄŸru mudur ve amprik olarak doÄŸrulanabilir mi?’ (p. 280).
Sartre ile Beauvoir tabii ki ayrılmaz ikili, Beauvoir İkinci Cinsiyet’i yazarak dünyayı sarsıyor. Sartre diyor ki ‘Ben evlenerek bir mesaj vermiş oluyorum dünyaya, herkes evlenmeli.’ Kendisi asla evlenmiyor. ‘Ben yazıyorsam herkes yazmalı. Ben okuyorsam herkes okumalı. Ben eğer bir şey yapıyorsam herkes yapmalı.’ Bireysel davranışların herkesin nasıl davranması gerektiğine dair ipuçları verdiğini savunuyor. Tabii bu uç bir düşünce biçimi fakat çok orjinal ve akılda kalıcı. Ayrıca diyor ki Sartre her duygumdan ben sorumluyum. Üzgün olmak da benim elimde mutlu olmak da. Başkalarını hiçbir konuda suçlayamam. Duygularımın tek sorumlusu benim.
Arendt ise ‘kötülüğün banallığı’ ile sınırları zorluyor. EÄŸer Arendt ile ilgili bu filmi izlerseniz göreceksiniz ki önemli bir noktaya parmak basıyor Arendt: kötülük kötülüğü yaptığının farkında olamayacak kadar iÅŸine odaklanmış ve eÄŸitimden nasibini almış olsa da insanlık onurunu ve deÄŸerini kaybetmiÅŸ insanlar tarafından da rahatlıkla gerçekleÅŸtirilebilir. Hem de kimsenin gözünün yaşına bakmadan… Her sıradan insan aynı kötülüğü yapacak eÄŸilime sahiptir. Kötülük aslında banal olabilir.
Popper diyor ki her ÅŸeyi reddedebiliriz istisnası varsa. Kuhn ise ısrarcı: ‘Bilim öyle ilerlemez. Paradigmalar vardır ve zorlanır bilim adamları bu paradigmaların dışına çıkmak için ama kimi zaman yıllarını alır bilim adamlarının bir paradigmadan diÄŸerine geçebilmek. Bilimin öyle bir noktaya gelmesi gerekir ki bir paradigma yerini baÅŸka bir paradigmaya bırakabilsin.’ Bunun dışında bahsetmediklerim var: Albert Camus, Ludwig Wittgenstein, Philippa Footh and Judith Jarvis Thomson, John Rawls, Alan Turing ve John Searle, Peter Singer. Onları da artık siz okuyunuz, okumaya deÄŸer hepsi ve her düşünce.
Bu kitabı düşünmeyi unuttuğumuz, geciktirdiğimiz ve hatta bıraktığımız, her şeyi normal karşıladığımız bu zamanlarda herkese tavsiye ediyorum. Fikirlerimizi değiştirelim, diye değil, daha özgür düşünmenin tadına varalım diye.
Yazar: Nigel Warburton, 356 sayfa, 16. Baskı, Alfa Felsefe
Çevirmen: Güçlü Ateşoğlu
[1] Hatta bize üniversitedeyken hocamız ‘neden Rousseau her türlü ideolojinin sahiplendiği ve örnek gösterdiği bir filozof olmuştur?’ diye sormuştu. Bu sınavda tamamen hayal gücümü kullanarak genel irade kavramı neden komünistler, milliyetçiler, faşistler vs. tarafından nasıl kullanılmaktadır diye cevap verdiğim bu sınavdan sonra Rousseau’yu bir daha hiç unutmadım.
sahizer samuk
Her ne kadar yıllardır siyaset bilimi ve göç gibi konularda uzmanlaşmaya uğraşmış olsam da her zaman edebiyat ile içli dışlı olmayı tercih ettim. Edebiyat bir kaçış noktası ve sığınıştır benim için. Edebiyat ile uğraştığım konuların birbirinden bağımsız olmadığını anlamam da benim için en büyük teselli oldu ve ders kitabı yerine roman yahut şiir okurken kendimi hiç de suçlu hissetmedim. Şimdiye kadar beni en çok şaşırtan romanlardan biri Suç ve Ceza'dır ve tahminimce bu hep böyle kalacaktır. Rus edebiyatına her ne kadar dünya edebiyatı adı altında olsa da ayrıca hayranlık duymaktayım. Lafı uzattım. Kusura kalmayın.