“Sanki böyle birini isteyerek seçmiştim. Elbette içimde, bilmediğim bir yerde, bana ancak bu kadın gibi bağlanabilecek zavallıları seçmeye beni iten bir küçük hesaplılık var. Bunu inkâr etmiyorum. Fakat muhterem efendim, sorarım size: ebedî aşk nedir? İkimizin de ‘yapacak hiçbir şeyi olmamak’tan başka ortak özelliklerimizin bulunması mıdır?” (Oğuz Atay, Korkuyu Beklerken’den)
İlhami Algör’ün İletişim Yayınları’ndan çıkan Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku adlı kitabını okuyorum. İkinci kez. Hayır, kitap uzun ya da anlaşılması zor değil. İkinci kez okuyorum, çünkü ilk okuyuşum sırasında, kitapla aynı ismi taşıyan filmin ağzımda bıraktığı kekremsi tattan kitabın has tadına varamamışım, bir sigara sonrası yenen yemeğin lezzetine tütün tadı karışmış sanki. Hâl böyle olunca, kitabı ilk okuyuşum sırasında, film ve kitap karşılaştırmasını filmin gölgesinde yaparken bulmuşum kendimi. İkinci kez okumadan evvel araya zaman girmiş, filmi de az çok unutmuşum. İçim nispeten ferah, kitabın özdeğerine haksızlık etmeden bir değerlendirme yapabilirim sanki. Fakat yine de, benim gibi kitaptan bu film sayesinde haberdar olanların sayısının o kadar da az olmadığını düşündüğümden Ceyda Aşar ve Çiğdem Vitrinel tarafından yazılan ve Vitrinel tarafından yönetilen 2014 yapımı uyarlama filme ilişkin görüşlerimi de paylaşacağım bu yazıda.
Türü kısa roman olarak geçen kitabın konusundan kısaca bahsetmek gerekirse, Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku’da, mesleği film montajcısı olan anlatıcı karakter, bir gün bir roman yazmaya karar verir fakat fikirlerine yön, hikâyesine bir şekil vermekte, kafasındaki resimleri kâğıda dökmekte zorlanır. Bu arada, İstanbul sokaklarında gezintilere çıkar, şehrin sesi pası kiri ve arada memleket hâli üzerine afili yorumlar, kendince çıkarımlar yapar ya da kitapta da sıkça geçtiği gibi “belki de hep ona öyle gelir.” Bir süre sonra Müzeyyen’in varlığından haberdar oluruz. O zaman anlarız ki, aslında anlatıcı kendi kendine değil, içten içe Müzeyyen’e konuşmaktadır. Bir Müzeyyen vardır ve sanki bir tek O vardır. Bütün yollar Müzeyyen’e çıkar, Müzeyyensizlik çıkmaz sokaktır. Ya da bize öyle gelir. Belki de gerçekten bize öyle gelir, belki de anlatıcımız bize mağdur görünen bir laf cambazının tekidir. Belki de, aslında sıkıntısı Müzeyyen’den ayrı düşmek değil, kendi içine düştüğü yaratamama/üretememe sancısıdır.
Kitabı değerli kılan da işte tam bu ikirciklilik halidir. Diğer bir deyişle, Algör, ilişki ya da ilişememe sorununu aslında kişinin hayata, etrafa, insanlara ilişememekle olan ilişkisinin içine oturtarak, hayata tutunmayı üretme ve kendini gerçekleştirme meselesine de bağlayarak işlemiştir. Ve bunu yaparken, kişinin doğduğu ve yoğrulduğu ülkeden, o ülkenin müziğinden, sinemasından kopuk olamayacağını görürüz. Orhan Gencebay’dan Sadri Alışık’a kadar referanslarla doludur anlatıcının düşünceleri.
İlginçtir, ikinci okumam sırasında, Oğuz Atay’ın, “ebedî aşk”ın ne olduğunu Atayca sorgulayan yukarıdaki alıntısı sıkça aklıma düştü. Algör bana Atay’ı anımsattı ve sanırım bunun temelde iki sebebi var. Birincisi, hikâyenin merkezinde bir ilişki ya da ilişememe hâli olması. İkincisi, romandaki anlatıcı sesin çevresine ve kendisine dair gözlemleri, ikilemlerini dile getirme biçimleri. Kısaca, dışarıdan belki de pek sıradan görünecek bu nevi şahsına münhasır tipte bana Atay’ın tutunamayan karakterlerini anımsatan bir şeyler vardı. Ve tam da bu sebepten, Atay’ı okurken olduğu gibi, Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku’yu da yer yer hüzünlenerek yer yer de yüzümde bir tebessümle okudum.
“Şarkıları, acil çıkış kapılarını bulamayanların ve aramaktan vazgeçmiş olanların, koşulları yırtamadığı için kendini yırtmışların ruhlarında yeraltı nehirleri gibi akan Samsunlu Orhan abim işi biliyordu: ‘Kula kulluk edene, yazıklar olsun.’ Neticede, Orhan abimin cümlesinde de bir ‘kul’ mevzuu vardı ve bu laf ortada olduğu müddetçe, tilkilerim bana rahat vermezdi.” (sf. 8)
“’Yanlış,’ dedim kendi kendime, ‘İrlanda resmi bize uymaz.’ Türk milletinin bilmem nesi itibariyle değil, Müzeyyen itibariyle uymazdı. Bizim de buralarda kadınlarımız, icabında, ayıp, yasak, günah üçgeninde sıkıştırılmış vaziyetteydiler ama, Müzeyyen bu üçgeni yırtmış, yırtarken kendi kendine bir şeytan üçgeni yaratmış, arada bir, üçgenin kuyuya benzeyen ağzından geyik bakışıyla bakıp duruyordu. Bu bakışı hâlâ çözememiştim.” (sf. 42)
Peki ya kitaptan uyarlanmış filmde bu ikircikliliğin izini sürmek mümkün müdür ya da bu sosyokültürel bağlamın ilişkisel çıkmazlardaki rolüne dair bir işaret bulabilir miyiz? En kısa cevap, maalesef hayır. Emrah Serbes’in Behzat Ç. serisini okumuş ve hem dizi hem de film uyarlamasının (Behzat Ç.: Ankara Yanıyor’u saymıyorum) Türkiye’de televizyon ve sinema tarihindeki en iyi uyarlamalardan olduğunu düşünen biri olarak, bir serbest uyarlama örneği olarak Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku Behzat Ç. üst başlığıyla gösterime girmesi gerekirdi kanaatindeyim. Çünkü kitaptan uyarlanmış filmdeki Arif, aslında basbayağı bizim bildiğimiz, elbette “La”sız ve küfürsüz, üstüne başına az biraz daha dikkat eden, mesleği farklı olan ve elbette ekipsiz kalmış bir Behzat’ın yazarlığa terfi etmiş versiyonu. Dolayısıyla, aslında başka bir romandaki nevi şahsına münhasır bir karakterin sanki bambaşka bir kitabın uyarlaması olan filmde zuhur ettiği hissiyatına kapılmamak hayli zor. Elbette bir Behzat Ç. ve Erdal Beşikçioğlu severseniz bu ille de bir sıkıntı olmamalı, özellikle dizinin artık yayınlanmadığını düşünürsek.
Fakat, filmle ilgili sanki bundan daha büyük iki boyutlu bir sorunumuz var. Bir, filmin kitabı işleme, dönüştürme ve yukarıda bahsettiğim ikircikliliği işlemede sığ kalması. Kitaptaki afili cümleleri seçip beyazperdede “ithal” karakterlere söyletmeye dayalı bir yorum sunuyor film. Bu anlamda, kitaptaki popüler kültür referanslarının tekine rastlamadığımız bir uyarlama aslında tam olarak uyarlama bile sayılmayabilir. Ama bu serbest uyarlama, hatta esinlenme ve serbestliğin sınırlarını yazarlar belirliyor derseniz belki de benim bu yöndeki beklentim biraz gereksiz kaçar, doğrudur. Tam da burada, filmle ilgili sorunun ikinci boyutuna geliyoruz.
Diyelim ki bu film bir uyarlama değil ve mutsuz biten ilişki sarmalları, çözülemeyen aşk denklemleri vs gibi bir konuyu işliyor ve kitaptan bağımsız değerlendirmeli. Diyelim ki. O zaman da, daha büyük bir yaratıcılık ve toplumdan kopukluk sorunuyla karşılaşıyoruz. Bu tabi, bambaşka bir yazının konusu fakat birkaç cümleyle meramımı anlatıp öyle bitirmeliyim. Bu kadar kutuplaşmış ve politize olmuş bir ülkede yaşayıp aşkın politikleşmiş hâlini illa politik sinema örneklerinde mi göreceğiz? Güçlü kadın olmak, erkeğin gözlerinin içine doğrudan bakarak, “seks” kelimesini söylemek ve duymaktan utanmadan özgürce sevişerek, biraz emanet, biraz başına buyruk durarak, bir de istediği zaman çekip giderek mi mümkün oluyor? Kadına orijinallik katan, hazırcevaplılığı, ha bir de kendi saçını kendi kesmesi mi? Filme bakarsak böyle. Zaten ilişkiler, ya kadının zayıf düşüp ilişkiden soğumasından, ya da erkeğin kıskançlığına yenik düşmesinden bayatlıyor. Sembolik-fiziksel şiddet desen sıfır, hele birlikteliklerde, evliliklerde, dostluklarda, komşuluklarda vb sınıfsal-ırksal-dinsel-mezhepsel-ideolojik farklılıkların zerre önemli olmadığı bir toplumda yaşıyoruz çünkü!
Sonuç olarak, esinlenilen eserin derdiyle pek de alakası olmayan, daha da beteri, içi boş bir özgür, güçlü kadın temsili ile tutkusu ithal bir ilişki sizi cezbetmiyorsa filmi es geçip kitabın kendisini okumanız kâfi, derin tutkunun asıl adresi orası çünkü.
Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku, Sesli Kitap Yorumu
Ays.
"kelimeler albayım, bazı anlamlara gelmiyor" ile "dürtme içimdeki narı üstümde beyaz gömlek var" arasında.
Twitter •
//
Evet kesinlikle. Sanat açısında baktığımızda filme kullanılan soundtrack ve şarkılar inanılmaz alakasız. Hikaye durgun, film durgun ama rock grubu şarkısı. Ne alaka ise… Müzeyyenin baskın karakterini filme yansıtmaya çalışıp çok izlensin diye bi ayrılık senaryosu yazılmış. Senarist ciddi mânada kitap ile kendi dünyası arasında gidip gelmiş. “Fakat Müzeyyen bu derin bi tutku” gibi direk kitaptan alınmış bi bölüm nasıl olurda bu kadar duygusuz oynanır? Sanki günlük konuşmaymış gibi. Çok eksik. Böyle muazzam bi kitap; böyle kötü bi film senaryosu diyebilirim sadece