“Yaşam beni dehşete düşürüyordu. Yemek, uyumak ve çıplak dolaşmamak için insanın yapmak zorunda olduğu şeyler ürkütücüydü. Ben de yatakta kalıp içiyordum. İçtiğin zaman dünya yine oradaydı, kaybolmuyordu ama boğazına sarılmıyordu en azından.”
Factotum, amiyane tabirle bir “Ne iş olsa yaparım.” kitabı; çünkü 1975 yılında kaleme aldığı bu kitapta Bukowski gerçekten de ne iş olsa yapmış. Kitabın arka kapağında da belirtildiği gibi factotumun kelime anlamı da zaten “her şeyi yapan”dır.
2. Dünya Savaşı’nın bitimine yakın bir tarihte, ailesine başkaldırıp evi terk eden ve Amerika’nın çeşitli eyaletlerinde, ucuz şarap içebilecek paraya sahip olabilmek için çeşitli işlerde çalışan, ucuz odalarda kelimenin tam anlamıyla pislik içerisinde yaşayan, şaraptan artakalan parasıyla da at yarışı oynayan Henry Chinaski’in hikâyesidir Factotum. Henry aslında üniversitede iki yıllık Gazetecilik Bölümü okumuş ve gerçekten istese daha nezih bir yaşam şartına sahip olabilecek kapasitededir; ancak o, bunun tam tersini seçmiştir. Kitaba tekrar başlayacak olsam, yaptığı işleri sayardım; ancak o kadar çok iş değiştiriyor ki, şimdi dönüp onları saymak oldukça zor geliyor doğrusu. Köpek bisküvisi üreten bir fabrikadan yedek parçacıya, bisiklet fabrikasından cam siliciliğine, oradan da tuvalet temizleyiciliğine, aklınıza gelebilecek her türlü ikinci sınıf işi yapmakta ve hemen hepsinden de kovulmaktadır Chinaski bu kitapta. Kovulduktan sonra ise hep yaptığı şey, kadını Jan’ın yanına gidip iki bira ya da ucuz şarap içmek olmaktadır.
Oldukça direkt bir kitap Factotum. Kelimeler, cümleler, tespitler, bazı yerlerde naiflik içerebilecek kadar direkt ve bazı yerlerde de mizahi. Örneğin, kan kustuğu için kanser olduğundan şüphelenen Chinaski, randevu almak için gittiğinde, ona üç hafta sonrasına gün verirler. “Bütün Amerikalı gençler gibi bana da ‘kanseri erken teşhis et’ denmişti. Erken teşhis etmek için onlara gittiğinde üç hafta sonraya gün veriyorlardı. Bize söylenenlerle gerçek arasındaki farktır bu.” diyor Bukowski bu durumu anlatırken. Bukowski ve onun hem direkt hem mizahi hem de aslında acıtıcı tespitlerinden sadece bir tanesi bu. Ya da biraz daha itici olacak belki; ancak herhangi bir yerde okunduğunda Bukowski tarafından yazıldığı ilk anda anlaşılabilecek şu cümleler, Bukowski’nin Factotum’daki tarzını açıkça ortaya koymaktadır: “Yer silmekte pek usta değildim. Tuvalet kâğıdı konusunda hassas davranıyordum ama. Önemliydi gerçekten. İyi bir sıçıştan sonra elinizi uzatıp tuvalet kâğıdı olmadığını keşfetmek kadar berbat bir şey olamaz. Dünyanın en korkunç insanı bile kıçını silmeyi hak eder.”
Bukowski’yi okumada kitapların yayım sırasına çok uymadım belki ama şunu itiraf edebilirim ki, eğer onu okumaya bu kitabıyla başlasaydım devamı gelmeyebilirdi. Hayatın görmediğim, alışkın olmadığım hatta tiksindiğim kısımlarını o kadar gözümüze sokmuş ki, bu sertliğe dayanamayabilirdim. Sefalet, pislik, parasızlık, alkoliklik, kirli cinselliğe ek olarak kadın düşmanlığına varan cümleler de var bu kitapta. Örneğin, otel odasında yatarken kapısını çalan bir kadın için “Bir parça erkeklik varsa içinde tecavüz edersin dedi ona içimden bir ses, kendinden geçirtir, dünyanın neresine gidersen git, peşinden koşturursun (…)” Evet, diğer kitaplarında da kadınlara bir çiçek gibi davrandığı söylenemez; ancak bu kitapta kadınlara yönelik buna benzer birkaç cümlenin varlığı, içimdeki feminist kadını oldukça rahatsız etti.
Factotum’u okurken kendimi sürekli dışarıdan bakar bir şekilde, “şu iş iyiydi işte, biraz daha düzgün çalışsaydın ya” ya da “kazandığın iki kuruş parayla da şarap alacağına ya da at yarışı oynayacağına gidip üstüne başına bir şey alsaydın ya” derken veya Henry Chinaski’nin pisliğinden rahatsız olurken buldum. Kitabı bitirip biraz düşündüğümde ise aslında ‘düzen’in içinde nasıl da asimile olmuş hale geldiğimi fark ettim. Chinaski de tam olarak bu anlayışa, bu bakış açısına bir başkaldırı olarak seçmemiş miydi bu aylaklığı? Hatta Görünmez Canavarlar‘da Brandy Alexander’ın bu hayata bir başkaldırı olarak seçtiği kadın olma yöntemiyle Chinaski’ini seçtiği aylaklık, pislik, parasızlık yöntemi arasında kavram olarak çok da bir fark olmadığını anladım. İkisi de başkaldırıyor düzenin bize dayattıklarına. Bizim kendimiz için istediğimiz sandığımız her şeyin – iş, para, statü, güzellik, temizlik, aile – aslında, bize istememizin öğretildiği şeyler olduğunu gösteriyor bu iki karakter de bize. Chinaski diyor ki: “Sabahın altı buçuğunda bir çalar saatin sesine uyanıp yataktan fırla, giyin, zorla bir şeyler atıştır, sıç, işe, diş fırçala, saç tara, başka birine büyük paralar kazandırmak ve sana tanınan fırsat için müteşekkir olmak için berbat bir trafiğin içine dal. Nasıl razı olunur böyle bir yaşama?” Hepimiz az çok bundan sızlanmıyor muyuz gündelik hayatlarımızda? Biz sadece sızlanmakla kalıyoruz; ancak Bukowski zor olanı seçiyor ve bu yolu terk ediyor. Kendine olan muhteşem güveni, yalnızlığı, hayatını sadece kendi seçimleriyle yaşaması ve sonuçlarından kesinlikle pişman olmaması… Okurken bazı noktalarda tiksinmem, eleştirmem, kızmam belki de onu kıskandığım içindir. Kim bilir?..
Meraklısına not: Factotum ayrıca, 2005 yılında, başrollerini Matt Dillon ve Lili Taylor’un oynadığı filme de uyarlanmış.
http://www.imdb.com/title/tt0417658/?ref_=fn_al_tt_1
About Burcu Arslan
Uzun uzun anlatmaya gerek yok sanırım. "Dünya bir düştür."