Bu kitap elbette bir edebiyat kitabı değil. Ama yıllardır tanıdığımız ve dinlediğimiz Doğan Cüceloğlu’nun bu kitabı çok satanlar olma yolunda ilerliyor. Kitabın her yerde raflarda hemen gözünüzün önünde yer alması, şimdiye kadar neden böyle bir kitap yazılmadı ki diye düşündürüyor bizi. Yazıldı da biz mi bilmiyoruz? Bir bakıyorum, evet, bir sürü kitap çıktı aratınca. Ama tabii Doğan Cüceloğlu yazınca daha çok reklamı ve daha çok görünürlüğü oldu, denilebilir.
Ne de olsa evlilikle ve düğünle ve çocukla kafayı bozmuş bir millet sayılırız. Bu yanlış bir şeydir, demiyorum ama çocuklarımızı nasıl yetiştireceğimizden çok çocuk yapmakla, nasıl bir insanla evleneceğimizden çok evlenmekle kafamızı meşgul ediyor, bu konuda hep mahalle baskısını hissediyoruz. Siz hissetmiyor musunuz? Ben şahsen kimse bana baskı yapmadığı halde hissettim. Eğer çok fazla düğüne giderseniz, size olacağı bu. Bir yandan da rahmetli annem beni hep düğünlere taşır “sen kimsenin düğününe gitmezsen kimse de senin düğününe gelmez” diyerek beni korkuturdu. En güzeli de düğünlerde yerlere saçtıkları bozuk paraları toplamaktı, biz çocukken tabii ki en zevkli tarafı buydu düğünlerin, dans etmek de cabası. Tabii her gelinin yüzünü görmek isterdik. Nasıl giyinmiş? Birbirlerine nasıl bakıyorlar? Gelin damadın ayağına bastı mı? Çocukken büyükler gibi, geline kimin ne taktığı ile ilgilenmiyorduk elbette.
İşte bu raddede düğün ve evlilik seven bu millete ben de kendimi dâhil ediyor ve aile kurmaya ne kadar hevesli bir insan olduğumu burda herkese ilân ediyorum. “Nasıl feministsin yahu, evlisin?” diyenler de çok oldu, ama ben de onlara “Türk’ün feministliği de bu kadar olur” diye bilmişçe cevap verdim. Halbuki ne alakâsı var, feminist olmak evlenmeye engel değil ki, yeter ki değerlerinize saygı duyan birisi olsun. Yeter ki içinizdeki o cefakâr ve vefakâr Türk kadını hortlamasın. (Yeter ki herkes Kanlı Düğün -Gabriel Garcia Lorca- gibi eserler yazsın… Bu arada düğün ile ilgili ne kadar çok eser olduğuna da dikkatinizi çekmek isterim)
Sözün özüne gelsem iyi olacak.
Cüceloğlu diyor ki evlenmeden önce birçok konuyu gözden geçirin, işte sosyoekonomik durumlar, kültürel benzerlikler ve farklılıklar, kişilik uyumu gibi meseleler, karşı tarafın ailesi ile sizin ailenizin uyumu, evlenme olgunluğuna erişmiş olup olmadığınız vs. Ne de olsa evlilik aslında “sorumluluk almaya hazırım ben bir yetişkinim, kendi ailemi kurabilir, kendi futbol takımımı oluşturabilirim” demek ya! Halbuki bana kalsa birçok insan eğer tüm bu düşünülmesi gerekenler listesini gözden geçirse evlenmez zaten. Zaten bu evlenme meselesi bu kadar mantık meselesi olsa aslında kendisiyle bile zor yaşayan insan nasıl olsun da bambaşka birisiyle birlikte yaşasın? Tabii güzel tavsiyeler veriyor Doğan Hoca, iyi güzel diyor da… Gerçek hayat pek o yolda ilerlemiyor. Aslında genetik olarak en güzel çocukları yapabileceğimiz insanları belki de eş olarak seçiyoruz, ama belki de bu kişilerle çok bir ortak noktamız yok. Aslında biz aşkı seçiyoruz, mantıktan çok. Daha doğrusu aşkı seçecek lükse sahip insanlarız. Yoksa 19.yy’a dönmemiz gerekir, Jane Austen zamanındaki gibi, aman zamanı geldi, evleneyim yahu, ben bu adama varayım, deriz (Elizabeth Bennet’in Gurur ve Önyargı’daki en yakın arkadaşı gibi). Ya da “adam zengin, beğenmedim ama bari rahat edeyim” deriz geleneksel toplumlarda olduğu gibi. Öyle evlilikler geride kaldığına göre çok düşünülen evlilikler de geride kalmış demektir. Hocamın tarifine göre sınıf farkı olan insanların evlenmesi, farklı kültürdeki insanların evlenmesi zor sonuçlar doğurabiliyor, zor ama… İmkânsız değil.
Olayları anlatırken ve kendi tavsiyelerini dillendirirken aynı zamanda Doğan Cüceloğlu okurlarından örnekler veriyor. Bu örneklerden bazıları insanı umutla geleceğe bakmaya yöneltirken bir kısmı ise Türkiye’deki bazı gerçekleri gözler önüne seriyor. Aslında kitap ailelerin bir evliliği ve bir insanı rezil etmek için ne kadar müdahil olabileceğini, bir yandan da Türkiye’de evlilik içi kadına karşı şiddetin ‘kol kırılır yen içinde kalır’ denerek nasıl örtbas edilmeye çalışıldığını gözler önüne seriyor. Mesela eşinden dayak yedikten sonra ailesini arayan ve ailesinden ‘Orospu mu olmak istiyorsun? Derhal evine dön’ gibi bir tepki ile karşılaşan çaresiz ve yalnız kadınların nasıl kendilerini toparladıklarını ve kendilerine yeni bir hayat kurduklarını anlatıyor. Peki ya o yeni hayatı kuramayanlar? Ya o yeni hayatı kurmasına izin verilmeyenler? Bu örneklere Türkiye’de sık sık rastladığımızı söylersek, yalan söylemiş olmayız.
Cüceloğlu toplumları ikiye ayırıyor: değerler toplumu ve korku toplumu. Türkiye’de daha çok korku toplumunun baskın geldiğine işaret eden Cüceloğlu, korku toplumunda insanın kendi kararlarını veremediği, kendi kararlarını vermekte zorlandığı ve bir yandan da birçok kararı korku üzerine kurulu bir sürecin sonunda verdiği için kişinin bireysel acılar içinde bocalayarak boğulduğu yönünde gözlemlerinden bahsediyor. Yine bu korku ve değer toplumları arasındaki farkı çok güzel bir şekilde örneklendiriyor. Erkenden evlenenlerin çektiği sıkıntıları ve ilişki için mücadele ederek evliliği bir dayanışma kurumu haline getiren güzel çiftleri de anlatmadan geçemiyor. Bu kitap neden gerekli ve Türkiye’de evlilik üzerine araştırmalar neden gerekli? Çünkü biz hâlâ bir korku toplumuyuz. Hâlâ “elâlem ne der?” ciyiz. Hatta elâlemden korkumuz çoğu zaman çocuklarımıza olan sevgimizin ve çocuklarımızın kişiliğinin gelişmesine olabilecek katkımızın önüne geçiyor. Bağımsız kararlar almayı öğrenmemiş bir birey ise çoğu zaman başkalarının etkisinde karar vererek hayatına devam edebiliyor. Hâlâ seçimlerimizde başkalarının fikirlerini çok fazla göz önünde bulunduruyoruz. Aslında bazen verdiğimiz kararlar kişiliğimizin ve değerlerimizin önüne geçiyor. Mesela çocuklara ad koyma konusunda bile eşiyle karar vermesine izin verilmeyen, fakat kayınvalidesinin ısrarı üzerine bir isim seçen bir eşten bahsediyor Cüceloğlu. Kadının üzüntüsünü düşünebiliyor musunuz? Hiç sevmediği bir insanın adını çocuğuna koymak zorunda kalıyor. Bu ne biçim hikâye böyle?
Ailelerin rolü ve ailelerin geçmişi-uyumu ve kültürü hakkında da bilgi sahibi olmamız gerektiğini söylüyor Cüceloğlu. Verilen çaba ve emekle her şeyin daha rayında gidebileceği evliliklerin olduğunu vurguluyor. Fakat kendisi de itiraf ediyor, ilk evliliğinde eşinin iyi bir insan olması ve kendisinin de iyi bir insan olarak tanınması ve bilinmesi aslında onların iyi bir evlilik yapmasını sağlamamış. Eşler arasındaki uyuma dikkat ediyor. Bu uyumda da yine bir ayrıma gidiyor: Can ve Yüz. Can içten vermek, fedakârlık yapmak, sevmek ve desteklemek üzerine kurulu; yüz ise daha çok işte başkaları ne der’cilik, başkalarına karşı oynanan maskeli oyunlar, toplumun ciddiye aldığı ama bizim ciddiye almamız gereken sembolik hareketler olarak değerlendirilebilir. Diyor ki, eğer bir ilişkide Can varsa Yüz’den öte, bir can varsa gerçekten paylaşmayı seçmiş, kendinden vermeyi seçmiş, ama aynı zamanda karşılıklı anlayış, empati ve hoşgörüyü seçmiş, insanlar 50 sene sonra bile evliliklerinden ne kadar mutlu olduklarını ifade edebiliyorlar. Ayrıca her şeyin her zaman birlikte yapılması demek değildir, can, diyor Doğan Cüceloğlu, birlikte yapılan şeylerin kıymetinin olmasıdır, diyor. Yoksa her zaman birlikte olmak, yapışık olmak iyi bir evlilik için şart değildir. Ayrıca 21. yy’da tabii ki birbirinden farklı binbir türlü evlilik var, bunların hepsi geleneksel biçimde ilerlemek zorunda değil. Geleneksellikle kendimizi boğmamıza gerek yok. Ama her şeyde olduğu gibi Can, yani emek ve sevgi her şey demek.
Biraz Selvi Boylum Al Yazmalım’dan araklamış gibi oldum, Kadir İnanır’da Yüz olması ve Can olmaması mesela… Al Yazmalım’ın daha çok Can’ı seçmesi…
Yeter ki iki kişinin kurduğu bu ulus-devlet (Kurt Vonnegut bir romanındaki evliliği böyle adlandırır: iki kişinin kurduğu ve başka kimsenin dahil olmadığı ulus-devlet) başkalarına zulmetmesin, kendi çocuklarına da zulmetmesin, mümkünse kimseyi kendi içine almazken bir yandan da histerik bir şekilde kendi kendini yemesin. Bu da benim Doğan Cüceloğlu’ndan öğrenmediğim ama kendi kendime özümsediğim bir bilgi oldu. Çünkü ne zaman Can ve Yüz bir arada olsa, Yüz’e ne dense daha çok değer veririz, aksiyonlardan çok sözlere dikkat ederiz, nedense. İki kişilik ulus-devlet de bir Yüz’dür bana kalırsa. Fakat önemli olan gerçekten de ne kadar empati yaptığımız ve kendi hatalarımızı ne kadar gördüğümüzdür, NŞA (Normal şartlar altında) diyorum, düzgün insanlar arasında. Gerisi hikâye. Yine güzel bir söz ile bitirelim, Seinfeld der ki “Evlilik bir satranç oyununa benzer, tahta sudan, piyonlar ise buhardan yapılmıştır”.
Hadi hepimize kolay gele…
About sahizer samuk
Her ne kadar yıllardır siyaset bilimi ve göç gibi konularda uzmanlaşmaya uğraşmış olsam da her zaman edebiyat ile içli dışlı olmayı tercih ettim. Edebiyat bir kaçış noktası ve sığınıştır benim için. Edebiyat ile uğraştığım konuların birbirinden bağımsız olmadığını anlamam da benim için en büyük teselli oldu ve ders kitabı yerine roman yahut şiir okurken kendimi hiç de suçlu hissetmedim. Şimdiye kadar beni en çok şaşırtan romanlardan biri Suç ve Ceza'dır ve tahminimce bu hep böyle kalacaktır. Rus edebiyatına her ne kadar dünya edebiyatı adı altında olsa da ayrıca hayranlık duymaktayım. Lafı uzattım. Kusura kalmayın.
//
Sevgili Sahizer Samuk ,
Evenmeden Önce adindaki kitap ve genel olarak evlilik konusundaki yazini zevkle okudum.Evlilik konusunda ciltlerce kitap yazilsa yine de yetmez …
Sokrates de demis ki ” Evlenin , eşiniz iyi cikarsa mutlu olursunuz , kötü çikarsa Filozof”
//
Sevgili Şahizer Samuk ,
Eskiden beri hayranindim ama by siteyi ve yazilarini yeni kesfettim , senden bir kitap yorumlamani isteyebilir miyim ? Elia Canatti nin Körleşme adli Romani , hem senin kitabi cok sevecegine hem de kitabi çok iyi yorumlayacagina eminim …