“Entelektüel bireyin hangi partiye yakınlık duyarsa duysun, hangi ülkeden gelirse gelsin ve kendini aslen neye bağlı hissederse hissetsin, insanların çektiği acılar ve yaşadığı baskılar konusunda belli doğruluk standartlarından şaşmaması gerektiğini söylemeye çalıştım. Nabza göre şerbet vermek, konuşulması gereken yerde susmak, şovenist kabadayılıklara, tantanalı döneklik ve günah çıkarma törenlerine rağbet etmek bir entelektüelin kamusal rolüne en çok gölge düşüren tavırlardır.”
Edward Said, 2003 yılında hayata gözlerini yumduğunda ardında sayısız esere ek olarak, politik ve entelektüel aktivizm ile dolu bir yaşam öyküsü bırakmıştı. Karşılaştırmalı Edebiyat dalında profesör olan Said’i, sosyal bilimlere aşinalığı olan birçok kişi kuşkusuz en çok Şarkiyatçılık (Orientalism) isimli eseriyle tanıyor. Said’in bugün ele alacağım eseri, Ayrıntı Yayınları tarafından Türkçe’ye çevrilmiş Entelektüel ise, BBC Radyo‘nun ünlü düşünürleri konuk ettiği The Reith Lectures serisinde yaptığı konuşmalardan derlenmiş bir kitap. Bu konferanslarda Said, bir entelektüelin nasıl olması gerektiği sorusuna yanıtlar bulmaya çalışırken, aynı zamanda kendi deneyim ve birikimlerini de aşarak; edebiyat, sanat, siyaset ve sosyoloji alanındaki birçok eserin içindeki entelektüel tanımına yahut bu eserlerin entelektüel olarak adlandırdığı sahiplerine de odaklanıyor.
1993 yılında gerçekleşen bu konferanslarda ele alınan meseleler eleştirilecek tarafları olsa dahi günümüz entelektüeli için – hele hele bu entelektüel kişi Türkiye’de yaşıyorsa – hâlâ geçerliliğini koruyor. Bu meselelerin birkaç noktasına temas etmek, 2000’li yıllarda entelektüel olmanın ya da olmaya çalışıp olamamanın bir perspektifini sunarken, aynı zamanda aradan geçen iki on yılda dünyada yaşanan dönüşümlerin düşünülmesine de vesile olabilir. Ama belki hepsinden daha önemlisi, Said’in de sık sık yapmaya çalıştığı eleştiri ve özeleştiri imkânını okuyucuya sunabilir.
Kendisine entelektüellik payesi biçmiş bir kişi, “neyi” “kimin için” savunmalıdır? Çeşitli dereceler elde edip bilgi sahibi olan insanın, askerî açıdan güçlü bir ülkenin, kendisinden daha az güçlü, ya da büsbütün güçsüz bir ülkeyi işgal etmesini savunabiliyor olması entelektüellikle bağdaşır mı? Aynı şekilde, bir hükümetin kendisine muhalif olanlara uyguladığı fiziksel ya da sembolik şiddeti çıkıp televizyonlarda savunup kendinize hâlâ entelektüel diyebilir misiniz? Hayatı boyunca Filistin meselesinde güçsüzden taraf olmuş Said için bu soruların cevabı tahmin edilebileceği üzere çok net: Hâkim gücü arkanızda hissederek fikir üretmek sizi entelektüel yapmaz, ya da toplum içinde önceden edinilmiş böyle bir yeriniz varsa da bunu yüksek oranda zedeler.

Haksızlıklar karşısında susmak da Said’e göre entelektüeller için yanlış bir tutumu simgeliyor: Kişi fikrini, her koşulda, her şeyi göze alarak söylemelidir. Bu idealist tavır, teoride gerçekten de olması gereken bir özellik olarak göze çarpıyor. Yalnız, şunu özellikle belirtmem gerekiyor ki, ifade özgürlüğünün kati bir biçimde yerleşmemiş olduğu toplumlarda bu tavrın pratik sonucu sadece toplumsal bir dışlanma biçiminde kalmayıp; hapis, linç ya da ölüme kadar gidebilir.
Ancak bu eleştirinin yanında, Said’in susmama mefhumunu bir başka yönden de değerlendirmek gerekiyor. Zira “konuşmak” her zaman büyük bir fikri, toplum ya da devlet katında infial yaratacak şekilde söylemek anlamına gelmiyor: Bir entelektüelin fırtınalar kopartmayacak fikirlerini söylemesi de önem taşıyor. Günümüzde entelektüel çevrenin kendisine en çok yakıştırdığı özelliklerden biri olan münzevilik, her ne kadar üretim için çokça gerekli olsa da, bu üretimi toplumu geliştirecek şekilde ortaya koymadığınız ve “ben sadece kendi işime bakarım” dediğiniz sürece bir işe yaramıyor. Burada modernist ve toplumsal yaklaşımların hâlâ değerli olduğunu savunuyor Said. Kendisini toplumdan daha üst noktaya konumlandırmış bir kişinin toplumu eğitme görevini tamamen dışladığı bir sistemi eleştiriyor.
Ancak kendisine göre bu “ifade etme” pratiğinin de bazı kuralları var. Örneğin, sürekli bir biçimde televizyona çıkan akademisyenlere karşı da mesafeli görünüyor. Ama aslında sanıyorum ki bundan kastı programların çerçevesine kendisini uyduran, düşüncesinden ziyade kendisinden bekleneni söylemeye başlayan kişiler. Çünkü kitabın tamamında ve isminde görüldüğü üzere, entelektüel kalıpların dışında olmalıdır. Açıkçası okurken şunu düşündüm: 2003 yılında ölen Said, Twitter çağında hâlâ yaşıyor olsaydı, yayın politikası ne olurdu?
Kitapta tartışılan başka meseleler de var. Yazıyı bitirmeden, kısaca değinmek istediğim iki tanesi entelektüelin birikimini satması ve milliyetçilik. Said, salt kişisel servet için düşüncenin satılmasını (danışmanlık gibi yollardan) yahut hâkim gücün argümanlarının savunulmasını uygun görmüyor. Ancak serveti bir tarafa bırakırsak, herkesin geçimini sağlamak zorunda olduğunun da bilincinde… İkincisinde, yani milliyetçilik noktasında ise, bize bir entelektüelin evrensel değerlere sahip olması gerektiğini söylüyor. Bu noktada, hepimizin belirli bir ulusa, dile, etnik kimliğe, aileye ve dine doğduğunu, ancak bu belirli kimlikleri aşamadan, sadece onların içinden düşünerek, bir entelektüelde olması gereken bilince ulaşamayacağımızın altını çiziyor. Bu kimlikleri ya da milliyeti aşmak ne kadar mümkün bilemiyorum ama, salt bu sınırlar içinde kalmanın, sürekli bir ideolojinin içinden konuşmanın da doğru dürüst bir üretim süreci getiremeyeceğini düşünüyorum.
Said’in kitabı, tıpkı Şarkiyatçılık gibi, birçok yönden eleştirilebilir. Ancak bence yine de okuyucuya güzel bir düşünme sürecinin kapılarını aralıyor… Eğer okumaya değer bulursanız, okurken yaşadığınız ülkedeki “entelektüel” olma iddiasındaki kişileri de (kendiniz de dahil olmak üzere) bir düşünün derim.
The Reith Lectures: http://www.bbc.co.uk/programmes/b00729d9