“Başkalarının gözleri, bizim zindanlarımız; başkalarının düşünceleri, bizim kafeslerimiz.” Virginia Woolf
Doğa Tarihi, Hakan Bıçakcı’nın İletişim Yayınları’ndan çıkan son kitabı. Daha önce yazarın “Ben Tek Siz Hepiniz” adlı öykü kitabını okumuş ve beğenmiş ancak; daha sonra bir türlü diğer kitaplarını okumaya fırsat bulamamıştım. Doğa Tarihi’ni görünce hemen alıp okumak istedim. Bu isteğimin altında yatan iki sebep vardı. Biri, kitabın ön kapağını gerçekten çok beğenmiş olmam diğeri ise; arka kapağını okuduğumda beni saran merak duygusuydu. Arka kapakta romana ilişkin yazan şu yazı hem romanı özetliyor hem de içinde yaşadığım çelişkili ortama dair yerinde bir eleştiri sunuyordu.
“Dünyanın kendi etrafında dönmediğini hissettiği an paniğe kapılıveriyordu Doğa. İçinde bulunduğu iş ortamı da bu paniği acımasızca köpürtüyordu. Hep merkezde olmalıydı. Hep farklı olmalıydı. Farkı fark edilmeliydi. Kalitesi gözle görülmeliydi. Kesintisiz arzulanmalıydı. İştah, takdir ve kıskançlık dolu gözler hep üzerinde olmalıydı. Yıllar sonra sağda solda küçük adamların belirmeye başlaması da bu takıntının eseri olacaktı.”
Doğa Tarihi; ‘bir plazanın eksi yedinci katında, cam duvarlı, yüksek tavanlı, klima havalı, az eşyalı kare formundaki’ ofisi ile, yüksek güvenlikli bir sitenin yedinci katındaki evi arasında sıkışmış bir yaşam süren Doğa’nın hikayesini anlatıyor. Beyaz yakalı bir plaza kadının yaşadığı sıkışmışlık hissi üzerine söyleyecekleri var romanın. Kısa bir özetini vermek gerekirse; Doğa, yukarıda da belirttiğim gibi, sıkışmış bir kadın. İyi bir eğitim almış, kendi ayakları üstünde duran, maddi olarak özgürlüğünü eline almış ancak içindeki ‘boşluk’u bir türlü dolduramayan biri. Hayatı beğenilme üzerine inşa edilmiş: işinde beğenilme, fiziksel olarak beğenilme, sosyal ortamlarda beğenilme, sosyal medyada beğenilme… Tüm bu beğenilme çılgınlığı içinde de kendi olmaktan çıkan, kim olduğu da belli olmayan birine dönüşüyor. Bedeniyle ilgili endişesi onu derin bir depresyonun eşiğine kadar getiren sebeplerden sadece biri. Beden algısındaki bu sapmanın yanı sıra; herkes tarafından sevilmek, beğenilmek, arzulanmak yönündeki takıntısı da bir süre sonra kontrolden çıkıyor. Hatta Facebook’ta aldığı beğeni sayısı gününün ne kadar ‘iyi’ geçtiğini belirler hale geliyor. Her şeyi sanal ya da gerçek bir takım camların gerisinden yaşaması, ayna karşısında geçirdiği uzun süreler ve ‘olmak’ ile ‘görünmek’ arasından yaptığı tercih onu sonunda iyice kopma noktasına getiriyor. Roman genel olarak bu süreçleri eleştirel yer yer de kara mizah öğeleriyle ele alıyor.
Açıkcası romanı elime aldığımda yaşadığım merak ile bitirdiğim anda yaşadığım duygu birbirini tam olarak karşılayan hisler değildi. Daha açık söylemek gerekirse, önceki Hakan Bıçakcı deneyimime kıyasla ve kitaptan beklentilerim göz önüne alındığında tatmin olduğumu maalesef söylemeyeceğim. Bunun bir kaç nedeni var.
Birincisi, ben de her ne kadar istemesem de bir plazada beyaz yakalı bir işçi olarak çalıştığımdan Doğa’nın ortamına dair bir fikre sahibim. Evet, onun gibi kadınlar var benim çevremde de ancak Doğa biraz fazla zayıf olmuş gibi. Bir yandan sistemin ona dayattığı her şeyi yapan, güçlü görünümlü ama aynı zamanda da bir türlü hayatına dair gerçek bir tatmin yaşayamayan biri. Bana göre bunun sebebi Doğa’nın çok güçsüz çizilmesi. Elbette bunun bir kurgu, romanın da bu tarz yaşamlara eleştiri olarak yazıldığını düşününce Doğa’nın durumu biraz daha anlaşılır oluyor ama yine de tam olarak kabul edemiyorum ya da etmek istemiyorum bir kadının ruhsal olarak bu denli güvensiz ve güçsüz olması halini.
İkinci olaraksa; Doğa’nın çok antipatik bir roman kahramanı olması var. Şöyle ki, Doğa ile bir türlü bağ kuramıyorsunuz–en azından benim için- kahramanıyla bağ kuramadığım bir romanın içine girmem çok zor oluyor. Ne kadar kötü ya da itici olsa da roman kahramanının yanından bakmayı seviyorum. Bu şekilde onun yaşadıklarını anlamak ve empati kurmak daha kolay oluyor. Ancak bunu Doğa ile yapamadım. Aslında bir yandan bakıldığına bu şekilde Hakan Bıçakcı romanın ruhuna çok uyan bir yapı da yaratmış oluyor.
Romana dair sevdiğim noktalarsa, gözlemlerin çok yerinde olması yönünde. Satır aralarındaki eleştiriler ve göndermeler çok başarılı olmuş. Ayrıca bana göre romanda bulunması gereken en önemli özelliklerden olan akıcı dil ve kendini okutan üslup da Doğa Tarihi’nde var. Kısacası, rahat okunan, gözlemleri ve satır arası eleştirileri yerinde olan ancak doyurucu ve derinlikli olduğunu söyleyemeyeceğim bir roman çıkmış ortaya. Eğer plaza hayatından sıkıldıysanız, hayatınızı bir de dışardan görmek istiyorsanız, çok fazla beklenti içine girmeden, kolayca ve zevkle okuyacağınız bir roman Doğa Tarihi.
Bitirirken bir kaç da alıntı verelim;
“Herkes güler. Kurumsal kahkahalarını ortalığı dağıtmamaya özen göstererek etrafa saçar. Bu, sosyal gülmedir. Sadece ağızla yapılır. Gerçek gülmede olduğu gibi gözler devreye girmez. Sosyal sosyal gülünür, sonra dağılınır.” (s.23)
“Doğa kendisine yaptığını düşündüğü onca yatırıma rağmen ‘kapıcı’dediği adamla aynı diziyi izliyordu. Göz göze bile gelmemeye dikkat ettiği adamın dikkatle izlediği diziden gözlerini alamıyordu. Onunla aynı yerde ağlayıp aynı yerde gülüyordu. …. Genel izleyici logosunda olduğu gibi benzemişlerdi birbirlerine” (s.39)
“Canını neyin sıktığını anlatamıyordu bir türlü. Sanki bilmediği bir dile ihtiyacı vardı, doğru aktarabilmek için. Elindeki kelimeler hiçbir şeyi açıklayamıyordu. Sadece yaşananları yeniden tarif ediyordu. Anlatmayı beceremeyince rahatlayamadı. Rahatlayamayınca da bunun suçlusu Burcu’ymuş gibi sinirlendi içten içe.” (s49)
About Merve Apaydin
sadece ne aradığını bulmaya çalışan, "ruhu pijamalı" kız çocuğu.