“Anlaşmak böylesine güçtür işte, düşünceler böylesine birleşmez şeylerdir, sevgili meleğim, sevişenler arasında bile.” (Charles Baudelaire, Paris Sıkıntısı’ndan)
1940’larda yaşanmış bir aşk ve belki de aslında yaşanamamışlığından, yarım kalmışlığından olsa gerek, her bir satıra sinen buruk, sitemkâr fakat ille de “sen” diyen bir şairin sesi… Orhan Veli’nin 1947-50 yılları arasında en kıymetlisi Nahit Hanım’a yazdığı mektuplar, 2014 yılının Ocak ayında Yapı Kredi Yayınları tarafından Yalnız Seni Arıyorum üst başlığıyla kitaplaştırılarak yayımlandı. Böylece, mektupların muhatabı Nahit Hanım’ın neredeyse yarım asır boyunca özenle saklayıp kendi ölümünden önce dostu Özay Erkılıç’a emanet ettiği bu belgeler, Orhan Veli’nin doğumunun 100. yılında nihayet gün ışığına çıkma fırsatı bulabildi.
Herkesin bir şekilde haberdar olduğunu anladığımız fakat yine de Nahit Hanım’ın evliliğinden dolayı gözlerden uzak yaşanan, harını adeta hasretlerden, belirsizliklerden alan bir aşk satırlara dökülen… Böyle kırık bir aşk hikâyesinin izini mektuplar aracılığıyla sürmenin düşündürdükleri bir yana, ilk andan itibaren zihninizde, “iki kişinin mahrem alanına onlardan habersiz girdiğimiz duygusuna kapılmaksızın bu kitabı okuyabilir miyiz” sorusu uyanabilir. Aynı soru, mektupları yayına hazırlayan ekip için de hazırlık aşamasında üzerinde durulan bir husus olmuş olmalı ki Murat Yalçın önsözde, mektupların yayınevinin gündemine alınmasından kitaplaştırılmasına kadar geçen süreci ayrıntılı bir şekilde anlatıyor.
Okuyacağınız mektuplar, her şeyden önce, aşk mektupları. Bu anlamda, 2015 Türkiye’sinden bakınca mektuplar sayesinde, sadece araya giren on yılların hissettirdiği bir nevi “başka zaman insanları”nın düşünce dünyasına kısa süreli ziyaretlerde bulunmuyorsunuz. Aynı zamanda, dile gelme halleri bakımından uzağında hissedebileceğimiz yakıcılıkta bir sevdaya tanık oluyorsunuz. Fakat, bunlarla birlikte, Yalçın’ın özsözde de belirttiği gibi, aynı mektupların aslında bir günlük olarak okunması da mümkün. Orhan Veli gibi öncü bir şairin gündelik hayatına bir bakış sunan bu mektuplar hayata dair çabalarının, kaygılarının, mesleğini icra konusunda hissettiği çıkmazların ama en çok da geçim sıkıntısının kaydını tutuyor çünkü.
“Hiçbirine bağlanmadım
Ona bağlandığım kadar.
Sade kadın değil, insan.
Ne kibarlık budalası,
Ne malda mülkte gözü var.
Hür olsak der,
Eşit olsak der.
İnsanları sevmesini bilir
Yaşamayı sevdiği kadar.”
Ölümünden sonra müsveddesi ceketinin cebindeki diş fırçasına sarılı bir kâğıtta bulunan tamamlanmamış “Aşk Resmigeçiti” adlı yukarıdaki şiirinde Orhan Veli Nahit Hanım’ı anlatıyor. Hayatı yaşandığı halindeki sadeliğiyle şiirleştiren Orhan Veli gibi bir şairin bu dizeleri Nahit Hanım hakkında bir fikir edinmemizi sağlıyor. Ancak, yine de, kitapta tek bir mektup dışında Nahit Hanım’ın sesini duymamamız, aşkın tek bir taraftan bazen sanki sessizce haykırarak aktığı metinler bizi daha da meraklandırıyor. Gerçekten Nahit Hanım’ın kimliği ve kişiliği hakkında daha fazlasını öğrenmek arzusu içimizde büyüyor.
Kitapta bu yöndeki merakımızı biraz olsun hafifletecek tek kaynak (Nahit Hanım’ın sondaki mektubunu saymazsak) ise Cemal Süreya’nın 99 Yüz adlı deneme kitabından alınan “esas kadın” üzerine yazmış olduğu yazı. Mektupların öncesinde bizi karşılayan bu giriş, bir yandan Nahit Hanım’ın nevi şahsına münhasırlığını ortaya koyarken, öte yandan, Orhan Veli’nin ona aslında böylesine bir tutkuyla bağlanmasındaki sebepleri de sıralamış oluyor. “Rönesans gibi kadın,” “bin dokuz yüz yirmi üç gibi kadın” ya da Süreya’nın ifadesiyle “Cumhuriyet dönemi küçük burjuva duyarlığının anası” bir kadın. Süreya’nın yazısından devam edersek, ona göre benzersiz biri Nahit Hanım, eşi karşılığı olmayan. Bu satırlardan süzülen hayranlığın yıllar yılı daha fazla kişi tarafından paylaşılmasının, Nahit Hanım’ın, kişiliğinden ayrı olarak, ömrünü hep aydınlarla ve sanatçılarla iç içe geçirmiş olması ile ilgili olduğu da düşünülebilir. Süreya’nın yazısından, Nahit Hanım’ı anlamak açısından önemli bulduğum, dikkat çekici bir bölüm:
“Bir sanat albümü Nahit Hanım’ın evi. 1930 dedin mi, Hasan Âli Yücel, Sabahattin Ali, Peyami Safa çıkar; 1940 dersin, Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet Anday, Sabahattin Eyüboğlu… 1950 dedin mi Edip Cansever, Metin Eloğlu, Alp Kuran; 1960, Gürdal Duyar. Yahya Kemal’le de yemek yemiş, günümüzün en genç şairlerinden Küçük İskender’le de.” (sf. 16). (Süreya’nın yazıyı Küçük İskender’in henüz 24 yaşında olduğu 1988 yılında kalem aldığı notunu buraya düşmeli.)
Tabii, her ne kadar mektuplarda sadece bir şairin tapındığı bir kadına yer yer serzenişleri fakat yoğunlukla esaret düzeyinde denebilecek bağlılığını duysak ve Nahit Hanım’la tanışıklığımız sadece Orhan Veli’nin sesinden, dolayısıyla ikincil ağızdan olsa da, kendisine dair bir fikrimizin bu şekilde hiç oluşmadığı söylenemez. Aşağıda alıntılanan bölüm bu anlamda iyi bir örnek:
“Ben senin hayranınım, esirinim. Her şeyinin hayranı, her şeyinin esiri. Yüzünün, saçlarının, vücudunun, kokunun, sıcaklığının, her şeyinin. Senin için neler duyduğumu anlayabilmeni hakikaten çok isterim. Ah buna bir inanabilsem. İnanamıyorum. İnanmama mani olan da senin kendi sözlerin. Diyordun ki ‘Ben başkalarından ne mektuplar aldım’. Ama ne çare ki onlar mektup, benimki hakikat. İş mektup yazmaya kalsa, yani mesele sadece bir edebiyat meselesi olsa ben de bir şeyler söyleyebilirim. Ama ne yapayım ki mesele benim için bir edebiyat meselesi değil. İşte bunun için değil mi zaten mektup yazmaya kalktığım zaman, elimden duyup düşündüklerimi çırılçıplak söylemekten başka hiçbir şey gelmiyor.” (sf. 109)
Yaklaşık iki saat boyunca bir film izliyorsunuzdur da hep aynı olaylar yaşanıyor ve pek de bir hikâye dönmüyordur sanki, sonra öyle bir noktada ters köşe yaşatır ki size yönetmen, filmde o dakikaya kadar olan olmuş ne varsa tekrardan bir düşünmeye zorlanırsınız. Yalnız Seni Arıyorum, işte aynen böyle bir duyguyla son buluyor. Sondaki sürprizde sadece bir ölüm haberinin uyandırdığı hüzün yok. Bir de, Nahit Hanım’ın, hayatını kaybettiğini bilmeden Orhan Veli’ye yazdığı, fakat ulaştıramadığı mektup var. Veli’nin mektuplarından sonra karşılaştığımız bu ses, alabildiğine duygusuz ve hatta buyurgan denebilecek tonda hitap ediyor karşısındakine.
“Ben yazacak bir şeyler bulamıyorum. Ancak kendimden bahsedebildim. O da hayli sıkıntı iş. Senden muhakkak mektup bekliyorum. Uzun olsun, baştan savma olmasın. Yeni şiirleri istiyorum. Gözlerinden öperim.” (sf. 165)
Hayatını kendi belirlediği değerler doğrultusunda yaşayan, toprak kadar güçlü ve ufuk açıcı kadın figürlerden ilham almış bir okur/yazar olarak, Nahit Hanım’la bu mektuplar sayesindeki tanışıklığım, bende derin bir kararsızlık ve huzursuzluk bıraktı. Aslında bu kararsızlığın, kitap üzerine yazılmakta olan bu yazıya belli belirsiz sindiği bile söylenebilir. Nahit Hanım’ı gerçekten tanıyabildim mi mesela? (Yayıncıların böyle bir amacı olup olmadığı noktasından bağımsız olarak) Eğer tanımadıysam, onu tanıyamadan kendisiyle ilgili kafamda oluşabilecek imajdan huzursuzluk duymalı mıyım? Orhan Veli’nin aşkı daha çok bir acı çekme hali olarak yaşamışlığının ve ona bunları yaşatanın Nahit Hanım olduğunu düşünmekle “esas kadın”a haksızlık mı yapmış olurum mesela? Daha uzatılabilecek bu soru listesine herkes kendince cevap verebilmek için sanıyorum ki sonu acıklı biten bu filmi birinci elden izlemeli.
Bu yazının sesli yorumunu dinlemek için tıklayın.
About Ays.
"kelimeler albayım, bazı anlamlara gelmiyor" ile "dürtme içimdeki narı üstümde beyaz gömlek var" arasında.
Twitter •